Ozan Tekin, Türkiye'de faşizme karşı mücadeleyi tartışıyor.
Marksistler için kapitalist toplumun, onun yönetim formlarının, farklı dönemlerde ortaya çıkan hükümet ve rejim modellerinin analizini yapmak son derece önemli. Burjuvazi farklı dönemlerde ihtiyaçlarına yanıtlar üretecek farklı modelleri benimsiyor. İşçi sınıfının buna karşı mücadelesinin nasıl şekilleneceğinin belirlenmesi açısından, böylesi eğilimleri doğru kavramamız gerekli. Fakat bunu yaparken, hem kapitalist devlet şekillerinin birbirinden hiçbir farkı olmadığını söyleyip hepsine aynı ismi vermek, hem de yeni isimler bulma kaygısıyla olmadık rejimlere olmadık nitelikler atfetmek doğru değil.
Marx kendi yaşadığı dönemde böylesi kaygılarla uzun uzadıya Bonapartizm analizi yaptı. 1920’lerde Avrupa’da faşizm yükselirken, Troçki ve dönemin diğer marksistleri bu hareketlere ve kurulan rejimlere basitçe “Bonarpartizm” demediler, bunların sıradan sağ partilerden ve burjuva iktidarlarından farklı, kriz dönemlerinde egemen sınıf lehine işçi sınıfının ezmek üzere örgütlenmiş ayrı hareketler olduğunun analizini yaptılar.
Dolayısıyla bugün de farklı egemen sınıf partilerinin rollerini, işlevlerini doğru analiz etmek önemini koruyor. Bütün düzen partilerinin faşist olduğunu iddia etmek, Türkiye’de farklı isimler ve kisveler altında faşizmin hep hüküm sürdüğünü ileri sürmek doğru değil. Böylesi argümanlar işçi sınıfının faşizme karşı cephanesiz bırakıyor.
Sosyalist İşçi yıllardır faşizme karşı mücadelede Troçki’nin başlattığı geleneğin devamını savunuyor. AKP’ye, CHP’ye, Türkiye devletinin her dönemki hâline faşist demenin ne kadar yanlış bir tartışma olduğunu, MHP’nin iktidarına bir parçası olduğu yıllarda netçe görüyoruz. İktidarın küçük ortağı hem büyük partnerini hem devlet kurumlarını hem de tüm siyasi ortamı zehirli bir milliyetçilikle, dünyadaki otoriter eğilimlerden beslenen katı bir devletçilikle şekillendirmeyi başarıyor.
Tüm ezilenlere düşman bir parti
MHP, 12 Eylül darbesinin ardından başlayan dönemde işçi sınıfı, sol, azınlıklar, LGBTİ+ bireyler ve tüm ezilenler adına elde edilen tüm kazanımların yok edilmesini savunuyor. AKP ile birlikte korona döneminde halk sağlığını korumakla yükümlü olan MHP, bunu beceremediğinde salgına karşı kahramanca mücadele eden doktorları hedef gösterdi. AKP’ye göre iktidarın gerekli önlemleri alıp buna uygun adımları atmaması değil halkın tedbirli davranmaması kabahat. MHP ise doğrudan TTB’nin, hekimlerin meslek örgütünün kapatılmasını istiyor. Bunu yaparken tüm demokrasi taleplerinde Marksizm gördüğünü ele veriyor ve TTB’ye “Marksist yuvası” diyor.
MHP, Kürtlerle ilgili en sert politikaların savunucusu. Kadınlara yönelik şiddetin sonlandırılmasına muhafazakâr-sağcı argümanlarla karşı çıkıyor. Son dönemlerde kamuoyunda infial yaratan birçok suçun faili ülkücü. LGBTİ+ yürüyüşleri faşist partiler tarafından tehdit ediliyor. Bahçeli yerel seçimleri kaybettiklerinde gerekirse yerel yönetimlerin atamayla belirlenebileceğini söylüyor. Demokrasinin en ufak kırıntısının dahi kalmayacağı bir rejim için adımlar atılmasını istiyor.
Umutsuzluk hareketi
Bundan bir yüzyıl önce, Avrupa işçi devrimleriyle sarsılıyordu. Rusya’daki Ekim Devrimi’yle birlikte İrlanda’dan Macaristan’a, İtalya’dan Almanya’ya birçok ülke ya doğrudan işçi ayaklanmaları ya da bölgesel kitle grevleriyle sarsılıyordu. Rusya dışındaki yerlerde de sovyet benzeri yapılar kuruluyor, politikanın sarkacı sola vuruyordu. Dünyanın o dönemki en büyük kapitalist ülkelerinden biri olan Almanya’da 1918-1923 arası devam eden devrim başarılı olsa, bugün bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Ancak bu hareketler yenildi, Rus Devrimi yalnız kalıp izole oldu. Savaş sonrası içine düşülen büyük ekonomik buhranla birlikte bu kez sarkaç sağa vuruyordu.
Komünist partiler devrimci umudu, faşist partiler ise karşıdevrimci umutsuzluğu örgütler. 1920’lerin ikinci yarısında İtalya ve Almanya’da yükselen faşist hareketler, her iki ülkede de yenilen işçi devrimleri ve ekonomik krizin yarattığı umutsuzluk ortamında küçük burjuvazinin ve lümpen proletaryanın başını çektiği kitle hareketleri olarak ortaya çıkmışlardır. Hem “saygın” siyasetin bir parçası gibi gözüküp parlamenter kanalda anaakım olmaya çalışırlar, ancak hem de egemen sınıfa onların krizini kendilerinin çözeceğine dair taahhütte bulunan sokak çeteleri örgütlerler. Geçen yüzyıldaki örneklerde, burjuvazi işçi sınıfını klasik burjuva devlet mekanizmalarıyla bastırmaktan aciz kaldığında, gerçekten de iktidarı faşistlere teslim etmiştir.
Troçki’nin teorisi
Troçki faşizmin detaylı bir tahlilini yaptıktan sonra, bu siyasi akımların diğer burjuva partilerinden farklı bir niteliği olduğunu, diğer burjuva partileri işçilerin kolunu kesmek için örgütleniyorsa faşistlerin kafamızı kesmek için hareket ettiğini söyledi. Ve buna karşı, komünist ve sosyal demokrat işçilerin birleşik bir cephe kurması gerektiğini savundu. Hem reformist hem Stalinist partiler o dönem Almanya’da güçlüydü. Milyonlarca işçiden oy alıyorlardı ve aynı zamanda yüzbinlerce silahlı işçiden oluşan, Nazilerin sokak terörüne karşı koyabilecek somut birlikleri vardı. Birleşseler gerçekten de Nazileri ezebilirlerdi. Ancak bunun yerine birbirlerini suçlamayı seçtiler.
Hitler’in iktidarına yol açan bu hata, bugün her partiye “faşist” damgasını vuranların o dönemki yansımasıydı. Reformistler merkezci çizgileri doğrultusunda Stalinizmle faşizmin “iki aşırı uç” olduğunu savunuyor, stalinistler reformistlere “sosyal faşist” diyorlardı. Troçki, bunların hatalarını şöyle bir öyküyle anlatıyordu:
“Bir sığır tüccarı sığırları mezbahaya götürmüştür. Ve kasap keskin bıçağıyla gelir. Sığırlardan biri ‘Saflarımızı sıklaştıralım ve bu celladı boynuzlarımızla öldürelim’ önerisinde bulundu. Politik eğitimlerini Mauilski’nin [y.n. – dönemin Komintern sekreteri] okulundan almış olan sığırlar, ‘Kasap, bizi buraya dürte dürte getiren tüccardan daha mı kötü?’ dediler. ‘Ama tüccarın hesabına sonra bakabiliriz.’ İlkelerinde kararlı olan sığırlar hiçbir şey yapmıyoruz dediler. ‘Sen bizim düşmanlarımızı soldan koruyorsun; sen sosyal-kasapsın.’ Ve safları sıklaştırmayı reddettiler.”
Birleşik mücadele
Troçki’nin faşizm analizi ve birleşik işçi cephesi önerisi, tarihten hoş bir nostaljik yaprak değil, bugüne dair somut gereklilikleri tarif ediyor. Türkiye’de her şeye, herkese, her döneme faşist demenin sırası değil. İktidarın ortağı olan MHP’nin yarattığı tehdit, tüm ezilenler açısından yakıcı bir sorun.
Ve buna karşı mücadelede, son 20 yılın antikapitalist hareketinin ortaya çıktığı yeni türden birleşik cephelerden de esinlenerek, tüm toplumsal mücadelelerin aktivistlerinin bir araya geldiği ve merkezinde işçi sınıfının/emek örgütlerinin olduğu bir antifaşist cephe ihtiyacı son derece güncel. AKP’li, CHP’li işçileri örgütleyen sendikaların da kazanıldığı bir mücadele, kazanılmış haklarımızı hem devlet sopası hem de sokakları terörize etme tehdidiyle geri almak isteyenlere karşı işçi sınıfının barikatını oluşturacaktır.
MHP tüm diğer burjuva partilerinden farklı. 1960’larda yükselen öğrenci ve işçi hareketlerine karşı, devletin de desteğiyle 35 ilde kurulan “komando kamplarında” yetiştirilen militanların sokağa salınmasıyla yükselişe geçti. Bu sokak güçlerini yetiştiren askerler, 27 Mayıs cuntasının içinden gelen Alparslan Türkeş’in arkadaşlarıydı. Özel Harp Dairesi’nin görevlendirdiği subaylardı. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bir raporda bu kamplarda bizzat Hitler’in SS örgütlerinden ilham alındığı anlatılıyordu.
Faşist hareket 1970’ler boyunca sola, grevlere, öğrenci hareketine, Alevilere ve Kürtlere saldırdı. 5 bine yakın insan bu hareket tarafından öldürüldü. Bahçelievler katliamı gibi kanlı cinayetler işlenirken, devlet ve anaakım partiler “iki aşırı ucun savaşı” şeklinde bir tablo çizerek faşist hareketin normalleştirilmesinde rol oynadılar. 16 Mart katliamı, Maraş, Çorum gibi kanlı olaylarda bu hareket hep başroldeydi.
Türkeş’in ölümünden sonra partinin başına geçen Devlet Bahçeli yıllar boyu “ülkücüleri sokaktan çektiği” gerekçesiyle övüldü. Ancak Ülkü Ocakları oldukları yerde duruyor. Buralara yapılan her baskında, birçok silah ve cephane çıkıyor. Üniversitelerde ve sokakta ülkücülerin tehditleri hiçbir zaman kesilmiyor. Öyle ki, kendi içlerindeki bölünmenin ardından Meral Akşener’in kapısına dahi fiziksel olarak gidiyorlar. Bu hareket sıradan bir siyasi parti değil, işçi sınıfının tüm kesimlerin paralize etmek üzere sokak güçleri örgütleyen bir örgütlenme olarak değerlendirilmelidir.
(Sosyalist İşçi)