Bilim yazarı Tuna Emren ile Covid-19 salgını hakkında konuştuk.
1. Salgının hem dünyada hem de Türkiye’de hangi aşamada olduğunu düşünüyorsunuz?
Tüm dünyada yükselişe geçti tekrar. Avrupa ülkeleri frene basıp yeniden kapanmayı gündeme aldılar. Amerika, Brezilya, Hindistan’da durum içler acısı. Bizde de farklı değil. Siyasi iktidar sermayedarları kayırdığı için zamanından önce, gereken önlemler alınmadan normalleştirildik. Önümüze konan resmi veriler de gerçekleri yansıtmaktan uzak olduğu için, yaratmaya çalıştıkları mesnetsiz normalleşme algısı pekiştirildi. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına ve bilim insanlarından ardı ardına gelen uyarılara rağmen, kapitalist ekonomilerin içinde bulunduğu kriz, insan yaşamından daha değerli görüldü. Çok erken bir evrede normalleşmeye zorlandık. Salgının tepe noktası görülmemişti ki henüz. Bu, salgının kontrol altına alınmadığı anlamına gelir. Yani geniş yayılım evresinde önlemleri kaldırdılar, insanları, topluca bir araya gelecekleri işyerlerindeki sağlıksız çalışma koşullarına terk ettiler. Bundan beklenebilecek tek bir sonuç vardı zaten, beklenen oldu; vaka sayıları arttı, pek çok ülkede salgının kontrolü yitirildi. Biz de bu ülkeler arasındayız. Sağlık sistemleri kırılma noktasına geldi, sağlık emekçileri tükeniyor, birçok ilde alarm seviyesindeyiz şu anda. Bazı uzmanlar “normalleşme” yüzünden ikinci dalgaya davetiye çıkardığımızı, hâlihazırda ikinci dalgayı yaşamaya başladığımızı söylüyor; bazılarına göreyse henüz ilk dalganın en şiddetli evresindeyiz ama erken normalleşme olmasaydı bu evreyi değil, salgının kontrol altına alındığı fazı yaşayacaktık.
2. Türkiye’de iktidarın salgınla mücadele karnesi nasıl sizce?
Beceriksizce yürütülen bir süreci endişeyle izledik hep beraber. Sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi, sıkça şahit olduğumuz çeşitli akıl tutulmaları da yaşandı. Tedbirlere dair genelgeler gecikmeli sunuldu. Salgından koruyacak düzenlemeler yapılmadı. Yükselen vaka sayılarına rağmen, hâlâ okulları açmayı düşünüyorlar örneğin. İşçilerin canının hiçe sayıldığını, işverenlerin korunduğunu gördük. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nda “Çalışmaktan Kaçınma Hakkı” başlıklı bir madde var. Özetle; çalışanlar, gerekli tedbirlerin alınmasını talep edebilir, tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilirler, bu dönemde ücretleri ve diğer hakları saklıdır, diyor. Bizim şahit olduğumuzsa bunun tam tersiydi; işçilerin hakları gasp edildi, sağlıksız koşullarda çalıştırılıyor, bu koşullarda çalışmayı kabul etseler bile işsiz kalabiliyorlar. 5 milyon yeni işsiz yaratıldı. AKP’nin 100 milyarlık paketinden asıl pay patronlara aktarıldığı gibi üstüne bir de işten çıkarmalar yasallaştırıldı. Bunun yasaklanması, zorunlu sektörler dışında üretimin durdurulması, çalışanların haklarının güvence altına alınması gerekirdi ki hepimiz evlerimize çekilebilelim. Bu salgının başka şekilde düşüşe geçme ihtimali yoktu. Diğer bir mesele de PCR testlerinin yaygınlaştırılmaması. Bunu bile yapamadılar. Dahası, kendisine haftada iki test yapabilen ayrıcalıklı bir zümre var ama salgının ön saflarında bulunan hekimlere test yapılmıyor.
3. Bu salgınların nedeni nedir? Kapitalist üretim tarzı salgınların sayısını ve şiddetini nasıl etkiliyor?
Bunlar zoonotik virüsler. Başka türlerde dolaşımdayken, o türe ön adaptasyon sağladığı için görece zararsız oluyor. Virüsler, tür içi dolaşımlarında sürekli mutasyona uğrar ve bir noktada türler arası bariyeri aşacak duruma gelebilir. Biz bu zoonotik virüsleri çeşitli şekillerde uyarıp virülansını artırıyor, insana geçmeyi başardığında da buna devam edip ondan ölümcül bir patojen yaratıyoruz. Sonuç, küresel ölçekli bir pandemi. Adaptasyon sağladıkları habitatı tehdit etmemizle başlıyor bu süreç. Ama yanlış anlaşılmasın, bunu biz yapmıyoruz; büyük sermaye yapıyor. Her ekosistem kendisine özgü virüsler ve bakterilerle doludur. İnsan toplulukları ve yaban hayatının birbirine, aradaki sınırları ihlal edecek kadar yaklaştığı, hatta kimi yerlerde iç içe geçtiği bölgelerin hepsi pandemi potansiyeli taşıyor. Türlerin doğal habitatlarına zarar verip, alışkın oldukları koşulları ellerinden alırsak, kendi dünyalarından dışarı çıkmaya, kendilerine yeni yaşam alanları aramaya mecbur kalırlar. İşte bu noktada kaçınılmaz bir mikroorganizma alışverişi başlıyor. Virüsler daha önce karşılaşmadıkları türlere atlama şansı bulduklarında (bu durumda bahsi geçen tür biz oluyoruz) bambaşka bir macera başlıyor artık. Örneğin yarasalardan bize atlayan Ebola’nın böyle ölümcül bir virüse dönüşmesinin sebebi, Sahra Altı Afrika’da yürütülen ormansızlaştırma faaliyetleriydi. Evlerini yok ediyor, bizim dünyamıza gelmeleri için davetiye çıkarıyoruz. Dolayısıyla, salgın aslında ekolojik bir sorun ve bu soruna sebep olan da bizzat kapitalizmin kendisi.
Yıllardır beklenen bir pandemiydi bu. Çiftlik hayvanlarından geleceğini düşünüyorduk çünkü bu kapitalist işletmeler, anormal sayıda hayvan popülasyonu barındıran, tüm popülasyonun birbirinin genetik kopyalarına dönüştürüldüğü yerler. Virüs için cennet ortamı. Genetik çeşitlilik ne kadar azsa, patojene dönüşme yönünde mutasyonlar geçirmesi de o kadar kolaylaşır. Kuş gribi böyle çıkmıştı ortaya. Tüm bunlar, özellikle son 40 yılda neoliberalizmin yükselişiyle hız kazanan doğa katliamının sonuçları. Sonra onları yüksek nüfus yoğunluklu şehirlere buyur ediyoruz, bu şehirlerde kapitalizmin kendisine sunduğu elverişli koşulların hepsini kullanıyor. Çarpık kentleşme, sağlığın hiçe sayıldığı sağlık sistemleri, besleyici olmayan gıda ürünleri, hava kirliliği… Liste uzayıp gider. Sağlıklı kalabilmek için olağanüstü çaba göstermek zorundayız bir kere. Dünya genelinde sağlık sistemlerinin durumu ortada, bu salgında açıkça gördük ki aslında işlevsel bir sağlık sistemi mevcut değil. Hiçbir yerde mevcut değil. Bu, virülansı artıran temel faktörlerden biri. Sağlık sistemleri ne zaman özelleştirildi? Son 40 yılda. Yoksulluk hangi zaman diliminde çığ gibi büyüdü? Son 40 yılda. Kemer sıkma politikaları ne zaman başladı? Son 40 yılda. Neoliberal kapitalizm doğayı, insan haklarını, yaşamı gasp ederek hayatta kalabiliyor. Bu, kapitalizmin doğasında var. Sıradan bir virüsten pandemi yaratan neoliberal ideolojiler yüzünden bu haldeyiz özetle. Karşı karşıya kaldığımız asıl bela virüs değil, o sadece semptom.
4. Salgın, zaten mağdur, ezilen, dışlanan ve yoksul kesimleri dünya çapında nasıl etkiledi? Covid-19 karşısında “hepimiz aynı gemide miyiz?”
Nasıl aynı gemide olabiliriz ki? Karantinanın başlangıcında tek bir günde servetini katlayan Jeff Bezos ile onun sağlıksız çalışma koşullarına mahkûm ettiği Amazon işçileri aynı gemide mi? Başımıza büyük felaketler açan, daha da büyüklerini getirecek olan iklim krizinden hepimiz mi sorumluyuz, eşit derecede mi etkileniyoruz? Fosil yakıt sermayesi kapitalizmin ta kendisidir. 1988’den bu yana gerçekleştirilen küresel karbon emisyonunun yüzde 71’inden 100 fosil yakıt şirketi sorumlu. Bunlarla nasıl aynı gemide olabiliriz? Onlar yüzünden yaşanan afetlerde en büyük darbeyi yoksullar ve toplumun en savunmasız kesimleri yiyor. Gelişmiş ülkelerde bile değişmiyor bu. Katrina Kasırgası New Orleans’ı vurduğunda, geride bırakılanlar yoksul siyahlardı. ‘İklim mültecilerinin’ hepsi yoksul, hiçbirinin bu krizde payı yok. Devletler bizleri değil, sermayenin çıkarlarını gözetiyor. Pandemi döneminde bunu göstere göstere yaptılar. Gözlerimize inanamayarak izledik. Ve bu sömürüyü, işçilerin emeğini sömürerek devam ettiriyor. Tam bir kan emici. Doğal kaynakları sömürüyor, emeği sömürüyor, haklarımıza göz dikiyor, yoksul toplumları sömürüyor ve daha da yoksullaştırıyor, diğer türlerin yaşam alanlarını yağmalıyor, toprağı ve suyu zehirliyor, havayı kirletiyor, buzulları eritiyor, resifleri öldürüyor, kasırgalar ve sıcak hava dalgalarına sebep oluyor, sağlığı sömürüyor, ve sonra da karşımıza geçip “Hepimiz aynı gemideyiz” diyor; “Bu belayı hep beraber yarattık.” Peki o zaman dönüp Oxfam’ın sunduğu raporlara bakalım; yoksulluğun dehşete düşürücü yükselişine... Kapitalizm zaten büyük krizin içindeyken yaşandı bu salgın. Ve sonucu, biz sıradan insanlar için gelirlerde yüzde 20’lik azalma, yoksulluk sınırı altında yaşamaya zorlanma, salgın yüzünden 4 milyar insanın aşırı yoksullaşması, var olan yoksullara yarım milyardan fazla insanın eklenmesi oldu. Rahat bir nefes almamıza izin vermiyorlar. Kapitalizmin başımıza açtığı işler bitmek bilmiyor.
5. Aşı bulunana kadar bize rahat yok mu?
Öyle görünüyor. Aşı geldiğinde ne olacak, o da ayrı bir tartışma konusu. Bize bunları yaşatan neoliberaller aşıya -herkes için- ücretsiz erişim hakkı tanıyacak mı? Aşı çalışmalarına milyonlarca dolarlık yatırımlar yapanların zihninde nasıl hesaplar dönüyor, bilmiyor ama az çok tahmin edebiliyoruz sonuçta. Pandemiyi yaratanlar pazarlayacak bu aşıyı. Elbette ücretsiz olmalı, dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun herkes zamanında erişebilmeli. Bunu da “parası olan yaptırsın” diye bakarak koyacaklarsa ortaya, aşı da çare olmaz. Toplumların yüzde 70’ine ulaşacağı garanti edilebilmeli ki sürü bağışıklığı sağlanabilsin. Neticede salgının sonlanmasının tek yolu, sürü bağışıklığının oluşması. SARS-CoV2 virüsünde sürü bağışıklığı kendiliğinden oluşmuyor, araştırmalar bunu gösterdi. Bunun için aşıyı bekliyoruz. Asıl yoksulların, savunmasız kesimlerin erişim hakkı temin edilmeli. Ve bu mümkün olduğunca çabuk yapılmalı. Bunu talep etmeli, bu konuda taahhüt vermelerini istemeliyiz. Aşı dağıtımı adil olmalı. O zaman normalleşmeye başlayabiliriz gerçekten.