Mayıs’ın ortasında, salgının henüz tepe seviyesi görülmemişken, yani Sağlık Bakanlığı’nın iddialarının aksine pandemi kontrol altına alınamamışken, her şeye rağmen normalleşmeye zorlandık. Tepe noktası görülmemişse kontrol sağlanmamıştır. Bunun lamı cimi yok. Normalleşme planları yapılacaksa biraz daha sabredilip beklenmeliydi ki vaka sayıları böyle artmasın. Turizmden inşaata, bu her sektör için geçerli; emekçilerin evde kalmaları sağlanmalıydı.
Salgın endişe verici bir fazdayken uçak seferlerinin başlatılması, işçilerin mesaiye zorlanması, turistlere kapıların açılması, sınavların ertelenmemesi, AVMler ve insanların toplu halde bir araya geldiği kafe, restoran, otel gibi bilumum kapalı alanların açılması, Ayasofya örneğinde görüldüğü üzere toplu etkinliklere hiçbir kısıtlama getirilmemesi sürükledi bizi bu duruma. Bunların hiçbiri için önlem alınmadı, hatta Ayasofya’ya kitlesel katılım teşvik edildi, ama HDP yürüyüşü, kadın eylemleri engellendi. Yani demokratik haklarımızı aramak için eylem yapmak salgının yayılımı açısından riskli, fakat onlarca kişilik ofislerde çalışmakta, toplu taşımada yolculuk yapmakta, otellerde konaklamak ya da eğlence mekânlarını doldurmakta bir sakınca yok.
İşverenler desteklendi çalışanlar değil!
AVMler ile ilgili genelge, AVMler açıldıktan iki hafta sonra yayımlanmıştı. Öyle de bir vurdumduymazlık… Keza kamu çalışanlarına yönelik tedbirler genelgesi de gecikmeli sunuldu. Özel sektörde durum daha da beter. Ne doğru düzgün bir düzenleme var ne de denetim. İşverenler desteklendi, çalışanlar umursanmadı. Şimdi de ısrarla okulları açmaya hazırlanıyorlar. 21 Eylül’de açılacakmış… Bunu da “seyreltilmiş şekilde” gibi gülünç bir ifadeyle, sanki her türlü önlemi almışlar gibi pazarlamaya çalışıyorlar. Oysa gerçek ortada: Hükümet, sorumluluğunu yerine getirmiyor, vaka ve ölüm sayılarının artması pahasına sermaye gruplarını, hakikaten yalnızca onları düşünmeye devam ediyor.
Salgının kontrolü yitirildi. Sağlık sistemi kırılma noktasında. Sağlıkçılar tükeniyor. Çok sayıda göğüs hastalıkları hekimi (Alanya, Batman, Manisa başta olmak üzere) istifalarını vermeye, emekliliklerini talep etmeye başladı.
Tüm bunların tek sorumlusu, siyasi iktidardır.
Veriler birbirini tutumuyor
Salgın, sağlıkçılar için meslek hastalığı olarak değerlendirilmeli, bundan doğan tazminat hakları sağlanmalıdır. Sağlık çalışanlarına test yapılmayıp, kendi başlarının çaresine bakmaya terk edilirlerken, düzenli olarak test yaptığı “görülen” bir zümre var. Bir ayda 8 PCR testi yapabilen bir milletvekilinin olduğunu biliyoruz örneğin. Bunu kim, nasıl açıklayabilir? O, neden böyle bir ayrıcalığa sahip?
Sağlık Bakanı’nın (inandırıcılığını çoktan yitirmişmiş olan) günlük resmi vaka sayılarıyla ilgili açıklamalar, verilerin manipüle edildiğini gösteriyor. Valiler ve il sağlık müdürlerinin açıkladıkları veriler ile Fahrettin Koca’nın sunduğu resmi veriler nasıl oluyor da birbirini tutmuyor? Koca’nın Mart ayının ikinci yarısından bu yana paylaştığı veri tablosu, 29 Temmuz akşamı neden değiştirildi? Yoğun bakımdaki hasta sayısı ve entübe hasta sayısı parametreleri neden kaldırıldı? Onların yerine, hastalarda zatürre oranı ve ağır hasta sayısı parametreleri eklendi. Bu, Bilim Kurulu’nun da bilgisi dâhilinde değilmiş... Sağlık Bakanı’nın sunduğu gerekçe şuydu; “...bundan sonra, salgın boyunca oluşan uluslararası standarda uygun olarak, ‘ağır hasta’ sayısı da verilecek. Yeni ve toplam hasta sayısına ek olarak, seyir hakkında detaylı bilgi sunması için ‘zatürre oranı’ gösterilecek.”
Bu veriler, pandemi tanımı gereği “insanlığa ait veriler”dir. Sağlık Bakanlığı, talep edilen tüm verileri, üzerinde oynama yapmadan, gizlemeden, geciktirmeden paylaşmak zorundadır.
5. Ay Değerlendirme Raporu
Türk Tabipleri Birliği’nin 5. Ay Değerlendirmesi raporu şöyle söylüyor: “11 Ağustos 2020 tarihi itibarıyla, Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan günlük resmi verilere göre, hesaplanan aktif hasta sayısı 111.152’dir. Ancak Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen seroprevalans çalışmasında elde edilen sonuçlar, hesaplanan aktif hasta sayısı ile karşılaştırıldığında, toplumda, PCR ile tanı alanların 9.9 katı kadar aktif vakaların mevcut olduğunu göstermektedir.”
Türk Toraks Derneği’nin geçenlerde yaptığı açıklamada; “Bilimsel olarak, PCR testinin hastaların sadece %40’ını saptayabildiği bilindiğinden, resmi rakamlara yansıyan hastalık ve ölüm sayılarının var olanın yarısından azı olduğu düşünülmektedir” deniyordu; “Bu testin bile uygulanma şartları daraltılmış, hastalığı yayma olasılığı olan bireylere bile, belirtisi yoksa test yapılmama kararı alınmıştır.”
11 Mayıs tarihinde AVM’lerle başlayan, 1 Haziran’da hızlandırılan normalleşme sürecinin üç ayı doldu. Salgınlar açısından daha riskli bir mevsim olan sonbahara girmek üzereyiz ve pandemiyi yönetmesi beklenen Sağlık Bakanı, yine birbirine benzeryen tweetlerinde “kurallara uyun, uymuyorsunuz bak” diyerek bizi suçlamaya devam ediyor. Tek sorumluluğu uyarmak ve hastaları tedavi etmek mi?
Geniş çaplı enfeksiyon evresinde normalleşmeye zorlanmanın bedelini ağır şekilde ödüyoruz. Ve anlaşılıyor ki kimsenin sorumluluğu üstlenmek gibi bir niyeti de yok. “Bu sonuç bekleniyor”muş, “Tedbirlere karşı eli kolu bağlı olan virüs bizi yıldırmaz”mış… “Kurallar en güçlü kalkanımız”mış… “Tedbirlere uyarsak başarılı olabilir”mişiz… “Sonunda yenilen virüs olacak” diye ezberden tekrarlayıp duruyor Koca hâlâ. Hayır, sağlık sistemimiz yenildi. Biz de tekrarlayalım: Bu, berbat bir süreç yönetimi.
Ağustos’ta “zorunlu olmadıkça gidilmemesi gereken ülke” olarak tanımlandık. Ve bir aşının bize ulaşmasına, en ılımlı öngörüyle 6-8 ay var, hatta bir yıl. Hâlihazırda buna en çok yaklaşan aşı, Oxford Üniversitesi’nin geliştirdiği. Ne var ki onun da faz 3 testlerinden gelen son haberler pek iyi sayılmaz. Aşının, salgının önünü kesemeyeceği, yani sürü bağışıklığı yaratamayacağı, sadece hastalığı şiddetli geçirmeyi önleyebileceği anlaşıldı. Diğer bir deyişle; aşı gelse de pandemi devam edecek gibi görünüyor.