“24 Nisan 1915… İşte birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen ‘Tarihsel Ermeni Dramı’nın başlangıcıdır bu tarih…”
Hrant Dink
Çözülme sürecindeki Osmanlı tarihinin en tayin edici kırılma noktalarından birisi, hiç kuşku yok ki Balkan Savaşları’ydı. Zira bunun hemen öncesinde Sultan II. Abdülhamit’in pragmatik bir İslamcılık siyasetine dayalı istibdat rejimine son verilmiş, meclis ve anayasa geri gelmiş ve Fransız Devrimi’nden esinlenilmiş sloganların yankıları içerisinde o güne değin görülmedik bir siyasal çoğulculuk atmosferi yaratılmıştı. Bu kazanımların başat aktörü olarak İttihat ve Terakki Partisi, içerisinde Abdülhamit’in mutlak devrilmesi gerekliliği ortak paydasında birleşen farklı politik/ideolojik çevreler barındırsa da başlangıçta kendisini, çok etnili ve çok dinli bir demografik yapı olarak Osmanlı toplumunu oluşturan tüm unsurların birliğini (İttihat-ı Anasır) amaç edinen bir Osmanlıcılık fikriyatı üzerinden kuruyordu. Bu yönelimi hem partiyi oluşturan unsurların genel terkibinde, hem de içine girilen ittifaklar sisteminde görmek mümkündü. Nitekim Abdülhamit rejimine son veren 1908 Devrimi, işte bu terkip ve ittifaklar sisteminin ortak zaferi olacaktı.
Devrimin yol açtığı büyük coşku zamanla yerini kuşkuya ve güç mücadelelerine bırakmış olsa da genel iyimserlik bir süre daha muhafaza edildi. Balkan Savaşları, işte bu iyimserliklerle birlikte ittihatı esas alan ana politik yönelimi de temelden değiştirecekti. Zira Balkanlardaki uyanışın başarı kazanıp Osmanlı’nın Avrupa’daki neredeyse bütün topraklarını yitirmesi sonucunu üretmesi, herhangi bir toprak kaybı olmanın ötesinde son dönem yönetici kadroları ağırlıkla Balkan kökenli olan İttihatçılar üzerinde travmatik bir etki yarattı. Buradan İttihatçılar iki sonuç çıkardılar: Birincisi gücün paylaşımı ve siyasal çoğulculuk ortadan kaldırılarak artık Osmanlıcılık değil Türkçülük ideolojisine yaslanan tekçi ve militarist bir iktidar yapısı oluşturulmalıydı -ki bunu 1913 Bab-ı Ali Baskını ile gerçekleştireceklerdi. İkincisi ise Balkanların yitirilmesinden sorumlu tuttukları ve Osmanlı bünyesindeki güvenilmez unsur, hatta habis bir ur olarak gördükleri Hıristiyan halkların İmparatorluğun kalan topraklarındaki varlıklarına son verilmesi; onların maddi varlıklarının gasp ve transferi yoluyla da bir Türk/Müslüman burjuvazinin yaratılmasıydı. Ancak Dünya Savaşı “fırsatı” ile mümkün olabilecek bu ikinci ve daha zorlu hedefin başarılabilmesi için en büyük adım ise 1915 yılının Nisan ayında atılacaktı.
Kırım Başlıyor
24 Nisan 1915 Cumartesi günü, İstanbul’da yağmurlu bir günün gece saatlerinde Doktor Avedis Nakaşyan’ın kapısı çalındı. Gelen sivil giyimli bir polis memuruydu ve Avedis beye kısa sürecek bir mesele nedeniyle karakola çağırıldığını söylüyordu. O esnada yemek sonrası çocuklarıyla vakit geçirmekte olan Dr. Nakaşyan, bir hekim olarak polis tarafından çağırılmasının çeşitli makul gerekçeleri olabileceğini düşünerek, şüphe ve kaygı duymaksızın polisin çağrısına uydu. O kadar ki, az sonra geri geleceğinden emin bir biçimde, ailesiyle vedalaşmadan ve üzerine hafif bir şeyler alarak polisle birlikte karakolun yolunu tuttu.
Yol boyunca polisin Nakaşyan’ın hiçbir sorusuna yanıt vermeyen tuhaf sessizliği ve nihayet karakola gelindiğinde yine hiçbir açıklama yapılmaksızın bir odada saatlerce bekletilmesi Avedis beydeki kendinden emin sakinliğin giderek yerini gerilime bırakmasına yol açsa da, bunun yaklaşan büyük felaketin başlangıcı olduğunu tahmin etmesi mümkün değildi. İleride o anları şöyle anlatacaktı Nakaşyan: “Ben bir devrimci değildim. Benim görüşüme göre, boşuna bir hareket ve milletim için çok tehlikeli olan herhangi bir devrimci harekete gizlice dahi katılmamıştım. Kendimi sadece mesleğime adamıştım. O halde beni neden tutuyorlardı? Kimse bir şey söylemiyordu. Sessizlik ve gerilim sinirlerimi parçalamıştı. Sonra tam şafak vaktinde, nihayet muhafız jandarmalar odaya girdi. Birisi, aksi aksi ‘Gel’ diye seslendi. Hâlâ ne bir bilgi ne de bu konuda bir ipucu vardı. Onu takip ettim. Bir bahçeye ve ardından yola çıktık. Sessizlik içinde, tramp… tramp… Karanlık siluetiyle, önümüzde İstanbul’un en haşin yapısı görülüyordu. Burası Merkez Hapishane idi. Bu karanlık cezaevinde işlenmiş ne suçlar yoktu ki? Beni oraya götürüyorlardı ve birdenbire çıkmazımı anladım. Korkuya karşı mücadele ediyordum. Kısa bir süre sonra, kesinlikle ne olduğunu bilecektim”.
Hedef Devrimci Ermeniler Değil Tüm Ermeniler
Böylelikle anlaşılmaya başlanan hakikatin bütünü, İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlı Ermenilerini topyekûn ortadan kaldırmaya dönük bir planı yürürlüğe koymuş olduğuydu. Bu doğrultuda hazırlıklar çok önceden planlanmış, emniyet teşkilatında tüm izinler kaldırılmış, tutuklanacakların listeleri oluşturulmuş ve onları dağıtım merkezi olarak belirlenen Ankara ve çevresine sürmeden önce toplayacakları nokta olarak Sultanahmet yakınlarındaki Merkez Cezaevi (Hapishane-i Umumi) boşaltılıp temizlenerek hazır hale getirilmişti. İstanbul Emniyet Müdürü Bedri Bey, gözaltı ve tutuklama işlemlerinin direniş ile karşılaşmaması ve İstanbul Ermeni cemaatinde kaçışa da zemin hazırlayacak bir infial ortamı doğmaması için, tantanalı bir baskın ve zor kullanımı yerine, tıpkı Nakaşyan’ın alınmasında olduğu gibi az sayıda sivil polis memurları tarafından kişilerin nezaketle karakola çağırılmasını uygun görmüştü. Bu sayede 24 Nisan gecesi başlayıp ertesi günlerde devam eden tutuklamalar, sessizlik içerisinde yapılabildi.
Operasyona temel teşkil eden belge, Dâhiliye Nezareti tarafından hazırlanan ve başkent İstanbul’daki tüm Ermeni toplum ve siyaset önderlerinin tutuklanması talimatını veren bir genelgeydi. Öte yandan başlangıçta, -daha sonra resmi tarih tezine de dayanak teşkil edecek biçimde- amaçlananın yalnızca doğu cephesinde Ruslarla işbirliği yaptığı ve isyan çıkardığı öne sürülen devrimci Ermeni partileri ve onlarla birlikte hareket edenlerin tutuklanması olduğu havasının yaratılmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Nitekim 24 Nisan akşamı ilk hamle, Taşnaksutyun Partisi yayın organı olan ve bu nedenle faaliyetleri yaklaşık bir ay önce hükümet tarafından durdurulan Azadamard (Özgürlük Savaşı) gazetesi ve matbaası basılarak yapıldı. Gazetenin editörlerinden çaycısına varana kadar tüm çalışanları tutuklandı.
Tanınmış yazar Yervant Odyan, o gün başlayan tutuklamaları düzenli yazılar kaleme aldığı Ermenice yayımlanan Jamanak gazetesinin bürosunda nasıl haber aldığını şu şekilde anlatacaktır: “24 Nisan Cumartesi akşama doğru, Sarkis Efendi Koçunyan gazetenin yazıişleri odasına girdi ve ‘Beyler, Taşnakları tutukluyorlar gibi görünüyor’ dedi. ‘Kimler tutuklandı?’ diye sorduk. ‘Matbaa sahibi Aram Şahen, kitapçı Stepan Kürkçüyan, Hratch ve isimlerini bulamadığım birkaç kişi daha’. ‘Sebebi ne?’. ‘Karekin Pastırmacıyan 500 süvari ile Erzurum’a girmiş, orayı ele geçirmiş ve bu haber buraya ulaştığında Taşnakları tutuklama kararı alınmış gibi görünüyor.’ Bizim çok fazla önem vermediğimiz bu haberler çok mantıksız görünüyordu. Bu tutuklamalar için de, başka bireysel nedenlerden dolayı onların seçilmiş olduğunu düşündük. O akşam ofisten ayrıldıktan sonra, birkaç arkadaşa bu tutuklamaları duyup duymadıklarını sordum. ‘Hayır’ diye cevap verdiler. ‘Yanlış veya yalan bir söylenti’ diye düşündüm ve onunla canımı sıkmadım”.
Gerekçenin ötesinde bizzat gelişmenin kendisine bile inanmadaki bu direnç, özellikle İstanbul Ermenilerinin son dönemde artan siyasal gerilimlere rağmen, hükümet karşıtı bir politik konum ve örgütlenme söz konusu olmadıkça Ermeni toplumunun hiçbir ferdinin kimliğinden ötürü hedef alınacağına inanmadığını gösteriyor. Ancak ilerleyen saatlerde devam eden tutuklamaların hedef aldıkları kişilerin tek ortak özelliğinin Ermeni kimliği taşımak ve Ermeni toplumu içerisinde saygın bir konumda olmak olduğu ortaya çıkacak, hatta hükümete yakın olmanın bile koruma sağlamadığı kısa süre içinde anlaşılacaktı. Doktor ve milletvekili Nazaret Dağavaryan, gazeteci ve yazar Püzant Keçyan, Doktor Vahram Torkomyan gibi tutuklu isimler, hükümet ile iyi ilişkileri olduğu bilinen kişilerdi. Üç sene kadar önce, Balkan savaşları arifesinde İttihatçılar tarafından örgütlenen milliyetçi ve savaş yanlısı mitingde kürsüye çıkıp savaşı destekleyen bir konuşma yapan, ertesi gün de başyazarı olduğu Sabah gazetesinde Osmanlı devletinin Balkanlar’daki hedeflerini gerçekleştirmek için bu bölgedeki uyanışı fırsat olarak değerlendirmesi gerektiğini yazan Diran Kelekyan da tutuklananlar arasındaydı. Hatta bu isimler arasında koyu İttihatçı olanlar da vardı. Doktor Dikran Allahverdi, Osmanlı ordusuna eleman yetiştirme amacıyla kurulan militarist bir kuruluş olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Pangaltı Şubesinin başkanı, çok aktif bir İttihatçıydı.
Nakil ve İmha
24 Nisan’da ve takip eden günde doktor, diş hekimi, eczacı, avukat, gazeteci, din adamı, tüccar, öğretmen, bilim insanı, mimar, esnaf, işçi, memur, politikacı, aktivist, yani her kesimden gelme Ermenilerden oluşan 250 kişi tutuklanmıştı. Bir sorgulamadan geçirilmeyen ve neden tutuklanmış oldukları kendilerine söylenmeyen İstanbul’daki Ermeni toplumunun bu önde gelen 250 ferdi, en önemlisi kendilerini bekleyen akıbetten de tümüyle habersizdi. İlk tutuklamaların ertesi günü akşam saatlerinde tutuklular, oluşturulmuş listelere göre iki gruba ayrılarak cezaevi avlusunda toplandı. Daha az sayıda olan birinci grup otobüslere bindirilirken 126 kişiden oluşan ikinci grup, her iki yanlarında süngülü askerler olacak şekilde dörderli gruplardan bir kortej oluşturularak Sultanahmet ve Ayasofya üzerinden Sirkeci’ye doğru yürütüldü. Sarayburnu’na geldiklerinde onları Şirket-i Hayriye’nin 67 baca numaralı gemisi bekliyordu.
Bu görüntü karşısında başta gemiyle Marmara’da açıldıktan sonra denize atılacakları endişesine kapılan kafiledekiler, gemi Haydarpaşa Garı’na yanaştıktan sonra bir nebze rahatladılar. İkili sıralar halinde garın bekleme salonlarına alınan tutuklular, burada kendileri için özel hazırlanmış bir trenle karşılaştılar. Bu trenin onları nereye götüreceğinden habersiz vagonlara bindirilen tutuklulardan seçilen 71 kişi Ankara yakınında Sincan’da ayrılarak arabalarla Ayaş Hapishanesi’ne, kalanlar da Ankara Garı’nda trenden indirilerek, yine at arabalarıyla Çankırı’ya getirildiler.
Nisan ayı sonundan Ağustos’un son günlerine kadar İstanbul’dan Ayaş ve Çankırı’daki hapishanelere bu şekilde nakledilen 250 Ermeni aydınından 174’ü öldürülecek, 76’sı ise her şeye rağmen kurtulmayı başaracaktır. Nakledildikleri hapishanelerde tutulurken de hiçbir biçimde yargılanmayan ama kırım süreci boyunca haklarında Diyarbakır Divan-ı Harbi’ne nakil veya Der Zor’a sürgün kararı alınan tutuklulardan bir biçimde kurtulmayı başaramayanlar, kapatıldıkları bu cezaevlerinde değil ama nakil adı altında götürüldükleri, yerleşim yerlerine uzak, ıssız ormanlık alan veya vadilerde gruplar halinde öldürüldüler. Öldürme fiilini gerçekleştirenler, nakil güzergâhı üzerinde belirli noktalarda bu amaçla beklemekte olan, karar verici İttihatçı klikler ile bağlantılı çeteler olacaktır.
Böylelikle 24 Nisan 1915, Ermeni halkını tarihsel coğrafyasının önemli bir parçası olan günümüz Türkiye topraklarından tümüyle kazıyıp atmayı amaçlayan İttihatçı projenin kabul edilen başlangıç noktasını oluşturmuştur. Her ne kadar bu planın tasarlanması ve başlatılması için daha önsel girişimleri Mart ayı, hatta daha öncesine tarihlemek mümkünse ve sürece resmiyet kazandıran Tehcir Kanunu 27 Mayıs 1915’te yürürlüğe girmişse de toplu kıyımın işaret fişeği, Osmanlı başkentinin o yağmurlu Nisan akşamında ateşlenmiştir. Bu şekilde başlayan kırımın neticesinde tüm Anadolu’da bir milyonun üzerinde Ermeni ortadan kaldırıldı ve tüm maddi varlıkları, “Emval-i Metruke” (Terkedilmiş Mülkler) adı altında devlet ve yerel eşraf arasında pay edilerek ileride ilan edilecek olan Cumhuriyet idaresinin başlangıç sermayesi kılındı. Bir biçimde sağ kalmayı başaranların hak talepleri karşılanmadığı gibi kırım sistemli biçimde inkâr edildi ve bu inkârı zayıflatacak girişimleri bertaraf edebilmek için bu topraklarda bir zamanlar Ermenilerin yaşadığına ilişkin tüm izler silinmeye çalışıldı. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum…
Sinan Laçiner