Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen), TBMM'ye yapılan kanun teklifinde akademik tasfiyelerin önünü açan maddeler hakkında "Pandemi dönemi akademik tasfiyenin sürdürülmesi için fırsata çevriliyor" başlıklı bir açıklama yayımladı. Açıklama şöyleydi:
8 Nisan 2020 tarihinde siyasi iktidar TBMM Başkanlığına bir kanun teklifi sunarak vakıf üniversitelerinin işleyişinden öğretim görevlilerine ders verdirilmesine; araştırma görevliliğine atanma koşullarından 2547 sayılı yasadaki disiplin hükümlerine kadar oldukça geniş bir alanda düzenleme yapmak istemektedir.
Karşı karşıya olduğumuz pandemi tehdidine karşı mücadelenin öncelikli kılınması gereken bir dönemde, siyasi iktidarın adeta krizi fırsata çevirerek akademik tasfiyeyi sürdürme derdinde olması, egemenlerin sadece üniversitelere değil toplumun geleceğine dair bakış açısını da gözler önüne sermektedir.
Üstelik yapılmak istenen düzenlemenin kimi maddeleri, geçmişte “Ben yaptım oldu” tavrıyla yapılan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi nedeniyle gerçekleştirilmek istenmektedir. Ancak yine aynı yöntem ve bakış açısıyla, aynı hedef ve amaçlar güdülerek bu süreç yürütülmektedir. Şöyle ki;
- Taslağın 16.maddesi araştırma görevlilerinin kadroda bulunma süresine dairdir. Bilindiği üzere sendikamız olağan istihdam biçiminin 33/a kadrosu olduğunu ve 50/d atamalarının araştırma görevlisi istihdamında temel istihdam biçimi olmaması gerektiğini savunmaktadır. Ancak yıllardır söz konusu ikili bir ayrımla adeta bir asistan kıyımı yaşanmıştır. Halen üniversitelerde ilişik kesme işlemleri sendikamızın kazandığı yargı kararlarına rağmen sürmektedir. 1/1/2018 tarihinden bu yana 33/a ataması zaten YÖK kararıyla yapılmamaktadır. Taslakla, yüksek lisansını bitirmiş ancak doktoraya başlamamış araştırma görevlilerine en fazla 6 ay daha kadroda bulunmak hakkı getirilmektedir. Şüphesiz ki bu düzenleme kimi mağduriyetlerin önüne geçecektir, ancak araştırma görevlilerinin temel taleplerini karşılamadığı gibi oldukça yetersiz bir düzenlemedir.
- Taslağın 19.maddesiyle, açık öğretim hizmeti veren yükseköğretim kurumlarının döner sermaye gelir fazlalarının yüzde 80’inin YÖK’e aktarılması öngörülmektedir. Bu durum tamamen üniversitelerin özerkliğine aykırıdır.
- Taslağın göze en fazla çarpan kısmı ise disiplin hükümlerinin düzenlendiği bölümdür. Disiplin hükümlerinde yapılmak istenen değişiklere göre;
- Üniversitelerin kurumsal özerliklerinin bulunduğu ve kolektif üretim alanları olduğu gerçeği yok sayılarak, idari ve teknik personel 657 sayılı yasanın disiplin hükümlerine tabi kılınmış, 2547 sayılı yasanın disiplin hükümleri sadece öğretim elemanları için düzenlenmek istenmiştir. Sendikamız yıllardır disiplin hükümleri yerine üniversite bileşenlerinin tamamını kapsayan ortak yaşam ilkelerini önermektedir. Ancak her konuda olduğu gibi siyasi iktidar yükseköğretimin kolektif niteliğini yok saymakta, disiplini suç ve ceza ikiliğine indirgemeyi sürdürmektedir. Halbuki üniversitelerdeki idari ve teknik personel, görevlerinin mahiyeti ve istihdam edildikleri üniversitenin kurumsal özerkliği nedeniyle söz konusu iki yasa arasında sıkışıp kalmıştır. Bu duruma, siyasi iktidarın yükseköğretim alanındaki idari, teknik personeli ve haklarını yok sayan politikaları eklendiğinde sorunların derinleşeceğine şüphemiz yoktur.
- Öğretim elemanları için getirilmek istenen disiplin hükümleri, üniversitelerdeki baskıcı ve yasakçı çalışma ortamını güçlendirdiği gibi giderek cılızlaştırılmış akademik özgürlüğü de tehdit etmektedir. Örneğin, getirilmek istenen “Kamu Görevinden Çıkarma Cezası” için sayılan fiiller içerisinde “Terör örgütlerinin propagandasını yapmak, bu örgütlerle eylem birliği içerisinde olmak veya yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını bu örgütleri desteklemeye yönelik kullanmak ya da kullandırmak” ifadesi yer almaktadır. Barış talep ettikleri için akademisyenlerin karşılaştığı dayatmalar ve hukuksuzluk ortadadır. Anayasa Mahkemesi’nin barış imzacılarının düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı yönünde karar vermesinin ardından bu kararı tanımayacağını deklere eden üniversite yönetimleri de hafızamızdaki yerini korumaktadır. Bu nedenle, ceza hukukunda özel olarak düzenlendiği, özel mahkemelerce bu suçun yargılanmasının amaçlandığı ve ceza verildiği durumda zaten kamu görevini sürdürme koşullarının ortadan kalktığı bir fiili, disiplin mevzuatında tarif etmek kelimenin tam anlamıyla bu düzenlemenin kötüye kullanılmasına ve akademik tasfiyeye izin vermek anlamına gelmektedir. Aynı şekilde “Üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası gerektiren fiiller” arasında “Özürsüz veya izinsiz olarak bir yılda toplam 20 gün göreve gelmemek” gibi akademisyenliği memuriyete indirgeyen, kötü niyetli biçimde devam çetelesi tutulmasına neden olacak bir düzenlemeye gidilmektedir. Çünkü dersi olmayan, akademik araştırmaları nedeniyle kütüphane vb yerlerde araştırmalarını sürdüren her akademisyenin iş yerine gelmesi sağlanmak istenmektedir. Liyakatsiz, kayırmacılığı ilke edinmiş yöneticilerin var olduğu gerçeği gözetilirse söz konusu düzenleme çok ağır hak ihlallerine ve sonuçlara neden olacaktır. Benzer bir durum “Kademe ilerlemesinin durdurulması veya birden fazla ücretten kesme” cezasını gerektiren fiiller arasında sıralanan “Gerçeğe aykırı rapor ve belge düzenlemek“ ve “Görevi gereği öğrendiği ve gizli kalması gereken bilgi ve belgeleri açıklamak” için de geçerlidir. Söz konusu eylemler nedeniyle verilebilecek cezalar, bugüne kadar çokça deneyimlediğimiz şekilde akademik özgürlüğü ortadan kaldırmanın aracına dönüşme tehdidini getirmektedir. Gerek Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun gerekse Dr. Bülent Şık’ın halk sağlığını tehdit eden olgulara ilişkin hazırladıkları raporların suç sayıldığı ve her iki bilim insanı hakkında davalar açıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Üstelik, gerçeğin ve gizli kalması gereken bilgi, belgelerin ne olduğuna karar vermek isteyenlerin muktedirler olduğu, haliyle kendi görmek ve duymak istediklerini gerçeklik olarak tarif etme arzusuna sahip oldukları da unutulmamalıdır.
Bilinmelidir ki üniversiteler baskıların, yasakların değil, akademik özgürlüğün ve demokrasinin mekânları olmalıdır. Hatırlatmak isteriz ki 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesinde; “öğrencilerini, hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı vatandaşlar olarak yetiştirmek” yükseköğretimin temel amaçları arasında sayılmıştır. Özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip olması engellenen veya düşüncelerini açıkladığı için ceza tehdidi ile karşı karşıya bırakılan bir öğretim üyesinin; öğrencilerini özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip bireyler olarak yetiştirmesi beklenemez. Akademik özgürlüğün, üniversitenin işlevinin gerçekleştirilebilmesi için, öğretim üyelerinin yetkililere veya belirli siyasi gruplara rahatsızlık vermesi pahasına, fikir, bilgi ve olguları iletme haklarının baskı altına alınmaması, işlerini kaybetme gibi bir müeyyide ile karşılaşmamaları gerekir. Akademik ifade özgürlüğü, Anayasa’nın 27’nci maddesinde “Herkes, bilimi (…) serbestçe açıklama (…) özgürlüğüne sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Ayrıca Eğitim Sen olarak, üniversitede yaşamı/ilişkileri düzenleyen kuralların güvenlik ve disiplin sorununa indirgenerek suçlar ve cezalar ikilemine sıkıştırılmasını reddettiğimizin de bilinmesini istiyoruz. Bu kapsamda tüm üniversite bileşenlerinin hakları, özgürlükleri, sorumlulukları ile kurumun yükümlülüklerini belirttiğimiz ve “Ortak Yaşam İlkelerimiz” başlığıyla duyurduğumuz ilkeler doğrultusunda bir perspektif geliştirilmesinin, üniversiteyi ve özgür bir öğrenme iklimini var edebilmek için hayati olduğunu bir kez daha ifade ediyoruz. Bu nedenle söz konusu yasa taslağının geri çekilmesini, yaşamın her alanında demokratik, katılımcı, adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir atmosferin tesis edilmesini istiyoruz.