Neoliberal politikalar halk sağlığını tehlikeye atıyor

10.04.2020 - 12:19
Haberi paylaş

30 yıldır hükümetler eliyle uygulanan neoliberal sağlık politikalarının yarattığı vahim sonuçlar... Umut Mahir Özen'in incelemesi.

Küresel kapitalizmin 1970’lerde yaşadığı resesyon ve enflasyondan kurtuluş reçetesi olarak sunulan ve ilk olarak Şili’de darbeci Pinochet döneminde uygulanan neoliberal ekonomi politikaları, 1980’lerin başında İngiltere’de Margaret Teatcher, ABD’de ise Ronald Reagan hükümetleri tarafından yürütülmeye başlandı. Kapitalist üretim biçimini sürdürebilmek adına ekonomide devletin rolünü küçülterek özel şirketlerin önünü açmak, globalleşme, serbest ticaret ve kemer sıkma politikaları gibi bir dizi uygulama milyonlarca insanın hayatını dönüştürdü. 

Hükümetler ve rejimler, bir yandan işçilerin örgütlenme araçlarını ortadan kaldırıyor ve buna karşı geliştirilen hareketlere şiddetle cevap veriyorken diğer yandan yürüttükleri muhafazakâr politikalarla 1968’in özgürlükçü toplumsal dalgası bastırılıyordu. Bu anlamda neoliberalizm adeta cenneti patronların ayağına getirdi. Sosyal hakların birer birer tırpanlandığı, sendikal özgürlüklerin kısıtlandığı, hak taleplerinin baskıyla karşılık bulduğu bu toplumsal düzen, şirketlerin kısa sürede kâr oranlarını arttırmasını sağladı. 

1980’den sonra sağlık politikaları

Devletler, kemer sıkma politikaları uygulayarak küçülmeye çalışırken, büyük “gider” kalemlerinden biri olan sağlık harcamalarına da eğilerek bu alanda güvencesizleştirme ve özelleştirme politikalarını yürürlüğe koydular. Bu sayede özel sektör için hem maliyetlerin düşmesi sağlanıyor hem de yeni gelir kapıları açılıyordu.

Türkiye’de 1960 yılındaki askeri darbenin ardından bakanlık müsteşarı Nusret Fişek tarafından hazırlanan reform paketi birtakım iyileştirmeleri beraberinde getirmiş, bu dönemde sağlık alanında sosyalizasyon politikaları yürürlüğe konmuştu. Muşlu bir köylünün bu uygulamaları tanımlarken kullandığı “Gökte Allah, yerde sosyalizo” ifadesi 60’ların toplumsal dinamiklerini anlamak açısından da önem taşımaktadır. Ancak bu dönem uzun sürmedi ve sağlık alanındaki neoliberal dönüşüm politikaları ünlü “24 Ocak Kararları”nın bir ürünü olarak 1980’li yıllarda uygulanmaya başlandı. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı 1982 Anayasası da sağlık hakkını anayasal güvence altına almıyor ve meseleyi devletin görevi olmaktan çıkarıp, kamuya sadece gözetleme ve düzenleme görevi veriyordu. 1984’te göreve gelen ANAP Hükümeti, 3 yıl sonra Genel Sağlık Sigortası’na geçmeye çalışıp başarısız olsa da yine bu dönemde “Sağlık Hizmetleri Genel Yasası”nı yürürlüğe koyarak; sağlık hizmetlerinin fiyatlandırılması, sağlık kuruluşlarının işletmeye dönüştürülmesi, sağlık çalışanlarının hem kamu hem de özel sektörde çalışmasının önünü açtı. Birçok hükmü Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen ve uygulanamayan bu kanun, sağlık alanında atılması planlanan adımların bir ön gösterimiydi. 

1990’lı yıllarda IMF ve Dünya Bankası gibi neoliberal politikaların küresel ölçekte uygulanmasında önemli rol oynayan kurumların ekonomik boyunduruğuna alınan Türkiye’de, burjuvazinin işçi sınıfına ödetmeye çalıştığı “acı reçeteler” arka arkaya geldi. Türk Tabipler Birliği’nin faaliyetleri yine bu dönemde dört yıl engellenerek doktorların örgütlenme hakları da ellerinden alındı. 1992 ve 93’te düzenlenen Ulusal Sağlık Kongrelerinde sağlık sisteminin özelleştirilmesine yönelik politikalar ısrarla savunuluyordu. 1994 ekonomik krizinin bir sonucu olarak Ankara ve İstanbul’da iki büyük hastane Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde açıkladığı 5 Nisan Kararları’yla birlikte kapatıldı. Bu kararlar emeklilik sisteminden, memur ve işçi ücretlerine geniş bir yelpazede krizin faturasının işçilere ödetilmesi anlamına geliyordu. 

Umut Mahir Özen

***

AKP’nin sağlık politikası: özelleştirme ve güvencesizlik

1990’ların kaotik siyasal ve iktisadi ikliminin ardından 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan yaptırımları harfiyen uygulamaya koyuldu. On yıl önce gündeme gelen “yeşil kart” ve “aile hekimliği” sağlık sisteminin temeline alınarak 2003 yılında ortaya koyulan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” Dünya Bankası’nın da desteğiyle yürürlüğe girdi. Bu programın hedefinde, neoliberal ekonomistlerin de bolca kullandığı, “sürdürülebilirlik, sürekli kalite gelişimi, katılımcılık, uzlaşmacılık, gönüllülük, desantralizayon, hizmette rekabet” gibi süslü kavramlarla birlikte, sağlığın alınıp satılabilir bir metaya dönüştürülmesi vardı. Yine programa göre Sağlık Bakanlığı’nın gözetleyici ve denetleyici bir rol oynayacağı ifade ediliyordu. Dönüşüm programı kapsamında 2008 yılında yasalaştırılan Genel Sağlık Sigortası da SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi kurumları bir çatı altında birleştirerek, her vatandaşa gücü oranında katkıda bulunma yükümlülüğü getiriyordu. Ancak bu kayıt dışı çalışma ve yoksulluk nedeniyle sistemin tıkanmasına yol açtı. Yeşil kartlı yurttaşların sayısı 1995 yılında 1.7 milyonken, 2010’da bu sayı 10 milyonu aşarak rekor kırdı. 

Sağlık alanındaki yeni uygulamalardan biri de uzun yıllardır gündemde olan aile hekimliği sisteminin başlaması oldu. 2004 yılında başlatılan uygulamayla, Aile Sağlığı Merkezleri şu anda tüm ülkeye yayılmış durumda. Ancak burada da 3500 kişiye bir hekim düşüyor olması, özellikle insanlar hastanelerden önce buralara yönlendirilirken oldukça yetersiz. Sağlık emekçilerine ve kurumlara uygulanan performans kriterleri de verilen sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürüyor. Sağlık emekçileri bir yandan geçimlerini sağlamak için daha fazla çalışmak, daha kısa sürede daha çok hasta bakmak zorundayken bir yandan da sistemin yetersizliğinin ceremesini şiddet tehdidi altında kalarak çekiyorlar.

***

Salgını şiddetlendiren özelleştirmeci zihniyettir!

Hem Türkiye’de hem de dünyada uygulanan sağlık politikaları çalışanların ve yoksulların değil, patronların lehine. Önleyici sağlık giderleri de gereksiz masraflar olarak görüldüğü için birçok ülkede kemer sıkma politikalarının ilk hedefi haline geliyor. Aynı zamanda, sağlık alanındaki desantralizasyonun bir sonucu olarak merkezi şekilde yönetilmeyen politikalar, büyük ölçekli önlemleri imkânsız kılıyor. Dünyayı kasıp kavuran, şimdiden on binlerce insanın canına mâl olan koronavirüs salgını, kapitalistlerin kâr hırsı yüzünden bu boyutlara ulaştı. Hem uluslararası ticaret zincirinin bozulacağı kaygısı nedeniyle devletlerin zamanında almadığı önlemler hem de olası salgın senaryoları için hazırlık yapılmaması yeni bir kriz doğurdu. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği bu yeni ancak ilk olmayan krizden çıkmanın, çoğunluğun çıkarına olan yolu ise işçilerin aşağıdan mücadelesiyle eşitlik ve adalete dayanan yeni bir toplumsal düzeni tesis etmesi.

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol