Milli Eğitim A.Ş.

04.04.2020 - 08:59
Haberi paylaş

Eğitim faaliyetlerinin tarihi zannedildiğinin aksine çok çok gerilere gidiyor. Başlarda belirli bir zümrenin ihtiyaçlarını karşılaması beklenen eğitim süreci insanlığın kaydettiği tarımsal, ekonomik, siyasi gelişmeler neticesinde insan yığınlarının biçimlendirilebilmesi ve kullanışlı bir forma dönüştürülebilmesi amacıyla içinden geçilmesi gereken bir zorunluluğa dönüştü. Her devlet içinde bulunduğu özgül koşullar, ekonomik faaliyetler, hakim ideolojiler, insan-devlet-mülkiyet ilişkileri bağlamında belirli bir sistematik içerisinde bir düzen oluşturup kendi devinimini sürdürmeye çalıştı. Bu nedenle herhangi bir ülkenin eğitim sistemini ve işleyiş biçimini anlamanın ön koşulu yine o ülkenin bu değişkenlerini iyi anlamaktan geçiyor. 

Bir şirket gibi yönetmek...

Kapitalist sistemde toplumun temelini oluşturan öge canlı emek gücü yani işçidir. Minimum maliyet, maksimum fayda ilkesi ise, en can alıcı, diğer bir bakış açısıyla da insanın canına okuyucu düsturlarından birisini oluşturuyor. Hepsinin vardığı son nokta işçinin üretmiş olduğu artı değeri alıp ona ancak yaşamasına yetecek olanı vermek, bunu yaparken hem ertesi gün için yine kendisine mahkûm olmasını sağlamak hem de ihtiyaç duyduğu emek gücünü sürekli kılmaktır.

“…Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir…”

Yukarıda alıntılanmış olan cümle ülkenin en yetkili kişisinin bir konuşmasından. Peki bir şirketin amacı nedir? Hangi motivasyonla hareket eder? Varmak istediği yer neresidir? Kanunda tanımı şöyle: “bir ya da birden çok kişi tarafından “kâr” elde etmek amacıyla kurulan tüzel kişiliklerdir.” Peki kâr elde etmek için örgütlenmiş bir sistemin insani yaşam koşulları, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, sadece yasalarda değil pratikte de eşitlik, insan hak ve özgürlükleri, insan sağlığı, iklim krizi, çevre sorunları gibi meseleleri mesele edinmesini beklemek safdillik değil de nedir?

Bugün içinde yaşadığımız, yaşamaya alıştırılmak istendiğimiz düzen tam da böyle bir şey. Özellikle 1980 sonrası tüm dünyada hâkim olmaya başlayan neoliberal sistemler bizim üzerimize de bütün ağırlığıyla çökmüş bulunuyor. Eğitimin piyasalaştırılma sürecine dair istatistikler de bu gerçeği çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. 2003 yılında özel okulların resmi okullara oranı yüzde 2 iken, 2019 yılı itibarı ile bu oran yüzde 25’ e; 2002-2003 eğitim öğretim yılında özel okullara giden öğrencilerin oranı yüzde 1 iken, bu oran da bugün itibarı ile yüzde 8’ e varmış durumda. Sağlıkta da durum pek farklı değil. Hali hazırda hepimiz birer müşteriye, halka en temel hizmetleri sunmakla yükümlü kamu kurumları gittikçe birer şirkete dönüşmekte, insanların en zorunlu ihtiyaçları bir kar-zarar döngüsüne sokulmuş durumdadır. 

Bazı somut örnekler

“Merkezimizde …. Sayılı dosyada işlem gören işyeriniz ile ilgili olarak ……. Asıl aylık prim ve hizmet belgesi işleme alınmış olup bu sebeple tarafınıza 5510 sayılı kanun 102/c-1 maddesi gereğince 5886,00 tl para cezası uygulanmıştır.”

Yukarıdaki alıntı bir resmi okula uygulanmış para cezası tebliğinden. Kadrolu çalışan bir öğretmenin üçte biri kadar bir ücrete çalışmak zorunda bırakılan ücretli öğretmenlere dair bir işlem tesisinden kaynaklanan bu yaptırımın, herhangi bir fabrikaya veya bir işyerine uygulananlardan farkı yok. Çünkü ilgili kanunlarda okullar da birer işyeri olarak tanımlanıp hiçbir fark gözetmeksizin benzer yaptırımlara maruz kalmakta. 

Yine her eğitim-öğretim yılı başında gündemin değişmeyen maddelerinden biri, okulların kayıt parası, alması hususunda da görülüyor. Yukarıda özel okullarla ilgili istatistiklerde de belirtildiği üzere özel okullaşma oranı her geçen yıl artmaya devam ediyor. Bunu sağlamak için uygulanan en çarpıcı uygulamalardan biri de 2019-2020 eğitim öğretim yılında da devam eden teşvik ödemeleri. Bu uygulamada özel okula devam eden her kademeden her bir öğrenci için ortalama 2 bin 500 TL ile 4 bin TL arasında değişen miktarlarda teşvik desteği veriliyor. Buna karşılık devlet okullarına bu kapsamda herhangi bir ödenek ayrılmadığını görüyoruz. Ancak, şunu tespit etmek zor değil. Özel okullara verilen bu devasa desteğe karşılık herhangi bir devlet okuluna öğrenci başına verilecek 50 TL gibi bir meblağ bile okulların en temel ihtiyaçlarını gidermesine, bunun yanı sıra her eğitim öğretim yılında okul yöneticileri ve öğretmenlerle velileri karşı karşıya gelmekten de kurtarmaya yetecektir.

Bu ve buna benzer uygulamaların listesi uzayıp gidiyor. Halkın gerçek ihtiyaçlarına ayrılması gereken bütçe yandaşa, geçiş garantili köprülere, sermaye sahiplerinin vergilerinin silinmesine, ekonomik teşvik paketleri kılıfında adrese teslim ihalelerle sermaye aktarımına harcanıyor. Halkın ücretsiz eğitim, sağlık ve diğer ihtiyaçları halka yine bir lütufmuş gibi pazarlanıyor. Her türlü rant için yaratılan kaynaklar bugün yaşadığımız virüs krizinde iki hafta için bile olsa insanları evde tutmaya yetecek ekonomik ve sosyal önlemler almak için yaratılmıyor. Gündelik kazançlarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan milyonlarca emekçi adeta ölüme sürükleniyor. Hayatımız söz konusu olduğunda karar alıcı konumunda bulunanların umurunda olmadığımızı çok açık ve net olarak görüyoruz. 

Bu kısır döngünün içinden çıkış için tek yol haritamız ise, çok basit: Eğitime bütçe! Sağlığa bütçe! Halka bütçe!

FB

(Dosya) Uzaktan eğitim: Buzdağının görünen yüzü

Bültene kayıt ol