Bilim yazarı Tuna Emren, Covid-19 salgınından yola çıkarak kapitalist düzenin çürümüşlüğünü anlatıyor.
Uygarlığımızın altını üstüne getiren, kapitalizmin hepimizi zorla içine sürüklediği neoliberal politikaların maskesini düşürüp kana bulamış yüzünü ortaya seren, günün sonunda o koskoca emperyalist devletleri çaresiz bırakan minicik bir mikroorganizma bu... Üstelik canlı bile sayılmaz. Ama bir canlıyı hücre hücre bitirebilir, hızla tüm nüfusa yayılıp yıkıcı bir etki yaratabilir.
Karşı karşıya olduğumuz SARS-CoV2 virüsünü taşıyanların önemli bir kısmı hastalık belirtilerini göstermediği için tespit edilemiyor, ancak salgını yaymaya devam ediyorlar. Bu bireyler, enfekte olanların yüzde 80’ine karşılık gelmekte. Onlar hastalığı hafif atlatırken, yüzde 20’si orta şiddette, yüzde 5’i ise ağır semptomlarla geçiriyor.
Hepimizin (mecburen) bel bağladığı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bile bu patojen karşısında ne gibi önlemler almamız ya da onunla nasıl başa çıkabileceğimiz hakkında bizleri aydınlatma konusunda sınıfta kaldı. Çünkü elinde yeterli veri yoktu. Buradan da anlıyoruz ki bilinmeyen bir patojeni yere serebilmek için her şeyden önce veriye ihtiyacımız var. Diğer bir deyişle, herkese test yapılmalı ve bu süreç şeffaflıkla yürütülmeli ki en çok ihtiyaç duyduğumuz veriyi, yani salgının gerçek yayılma hızı ile öldürme oranını bilelim, öngörü geliştirebilip hazırlıklı olalım.
Toplumu gözeten bir sağlık düzeni
İşin aslı, virüslerle savaşabilmek için, toplum sağlığını gözeten bir sağlık sistemine sahip olmak da gerekiyor. Toplumun sistemik sağlığını yadsımayan, herkes için, eşit, ücretsiz, kolay erişilebilir ve nitelikli hizmetler sunabilen bir sağlık altyapısı yoksa nüfusun optimum sağlık düzeyi korunamaz.
Virüsün Çin sınırlarını aşmaya başladığı ilk günlerde henüz farkına varamamıştık bu gerçeğin. Ne de olsa muhteşem uygarlığımız her soruna bir çare üretebilecek kadar kudretli! Meğer hiç de öyle değilmiş...
Covid-19’u yavaşlatmak
Sağlık sistemimiz hakikaten çalışıyor olsaydı, daha doğrusu, ortada gerçek bir sağlık sistemi bulunsaydı durum bu noktaya varmazdı. Elbette dolaşımı azaltmamız, salgının hız kesmesi için bireysel sorumluluk üstlenmemiz, mesafelenme tutumuna geçiş yapmamız gerekiyor. Çünkü epidemik eşik denilen o sınırın altında seyretmek zorundayız ki bu illetten kurtulabilelim.
Covid-19’u yavaşlatabilmek için, enfekte olanların sayısını düşürmemiz şart. Fakat bu da öyle bir gecede olmayacak; hızı kesilse bile bu yöndeki istikrarın devam ettirilmesi gerek. Sonuçta test için başvuranların sayısı azalırsa ölümler de azalıyor ve böylece aşı çalışmalarına zaman kazandırmış oluyoruz. Fakat virüsü taşıyanların büyük çoğunluğu bunun farkında bile değilse, test talebinin azalması da bir şey ifade etmiyor.
Bireysel anlamda değerlendirdiğimizde, bunun ciddi bir disiplin ve sorumluluk meselesi olduğu çok açık. Bireylerin kendilerini bu konuda sorumlu hissetmeleri; sadece kendimizin değil, başkalarının da sağlığına katkıda bulunmaya gönüllü olmak demek. Ve bu da içinde yetiştiğimiz kültür tarafından şekillendirilen bir tutum. Tek nesilde hayata geçirilmiş olması da yeterli değil, sürdürülebilmesi için dinamik bir istikrara ihtiyaç var. Üzerimize düşeni yapar, dayanışmayı ve toplumsal birliği sağlar, bunu kolektif bir mücadeleye dönüştürebilirsek zaten içine hapsolduğumuz kan emici sistemi yerle bir edebilecek kadar güçlü olduğumuzun da farkına varmış oluyoruz. Ancak bu esnada ihtiyaç duyulan araçlar nüfusun tamamına yayılacak şekilde düzenlenmemişse, sorumluluk da tüm nüfusa yayılamaz.
“Evde kal” çağrıları ve gerçek durum
Virüsler sınır tanımıyor. Ne ulus devletleri umursuyorlar ne de ona eşlik eden milliyetçiliği. Küresel bir kriz yaşanıyor ve bizler de yaşamlarımıza kast eden bu sistemi değiştirebileceğimizi görmeye başlamışken, bir yandan da devletin, bunu [bile] fırsata çevirme peşinde olduğuna tanıklık ediyoruz. “Evde Kal” diyor, “Kendi OHAL’ini üstlen” diye ekliyorlar. Tek dertleri, sermayeye akıtacakları kaynak. Emekçiler evde kalabilmek için aç kalmayı göze almak, kiralarını ya da faturalarını nasıl ödeyecekleri konusunda kendi kendilerine çözüm geliştirmek zorundalar. Tabii bu arada, açıklanan pakete bir de konut alma kolaylığı eklenmiş. Onu da unutmayalım. Bu çözümün bizi böylesi bir salgından nasıl kurtaracağını bilemiyoruz. Birilerini kurtaracağı kesin. İstese de evine kapanamayan emekçileri, yoksulları hiçe sayıp ekonomiyi ayakta tutmaya çalışanlar karşısında birlik olsak, evde kalsak ne fayda…
Açıklanan pakette ücretli izin yok. Faturaların ertelenmesi, kiraların devlet tarafından üstlenilmesi gibi, salgını yavaşlatmaya yönelik gerçekçi hamleler de yok. Testlerin yaygınlaştırılması konusunda da somut bir çaba göremedik henüz. Almanya’nın bir günde yaptığı test sayısı, bizim bir hafta boyunca yaptığımız testlerin toplamından fazla. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, “şeffafız” diyor; “Şeffaflığımızla sizi tedbire davet ediyoruz.” Oysa ne gerçek test sayısını biliyoruz ne de örneğin enfekte olan sağlık çalışanlarının sayısını. Kaç kişi solunum cihazına bağlı? Bunların kaçı iyileşti? Hiçbiri açıklanmıyor. Bu arada virüs tedavisi gördüğü halde tanısı gerçekleştirilmemiş hastalar da mevcut. Devlet test ihtiyacını bile yerine getirmiyor ki süreci şeffaf yönetip doğru verileri paylaşsın. Dua edelim ya da sabredelim, olmadı konut alalım. Bu esnada gençleri hiçbir önlemin alınmadığı koşullarda çalışmaya mahkûm edip, aynı evde yaşayan yaşlılara sokağa çıkma yasağı getirelim, hatta bütün suçu da onlara yıkalım. O zaman her şey düzelecek.
Acil önlemler ve iktidarın öncelikleri
Oysa virüs 60 yaş üstündeki bireylerde, risk grubunda bulundukları için ölümcül etkilere yol açıyor. Virüsü onlara bulaştıransa dolaşımdaki gençler ve test yapılmadığı için tanı konmamış olanlar. Özetle testler yaygınlaştırılmaz, çalışanlara ücretli izin hakkı tanınmaz, işsizlere işsizlik maaşı bağlanmazsa bu virüsü yavaşlatma şansımız yok. Ve bu devletin sorumluluğudur. Tedbir alamıyor, ilk etapta bizleri değil de inşaat sektörünü korumaya yöneliyor, salgını yavaşlatacak adımları atmaktan imtina ediyorsa bedelini hep beraber öderiz.
İtalya’yı endişeyle izliyorduk. Bizdeki artış hızı onu çoktan geride bıraktı bile. Süreci İtalya gibi değil, Güney Kore gibi yönetmeli, yani testleri yaygınlaştırmak için test klinikleri açmalı, herkese ücretsiz test yapılmasını sağlamalıydık. Sadece belirti gösterenlere değil; onların temas ettiği diğerlerine de. Ertelemeye devam edersek ve bu arada salgın kontrolden çıkarsa, o aşamadan sonra test sayısının artırılmış olması da işe yaramayacak. Üstelik bugüne dek 98 mutasyon geçirdiği ve ulaştığı her ülkede değişebildiği de tespit edildi. Bu mutasyonlar onu daha ölümcül bir virüs yapacak diye bir kaide yok elbette. Yine de bir takım yeni özellikler kazanıyor. Hatta bunlardan birinin, enfekte olan kişilere tutunma şeklini değiştirdiği de görüldü.
Antikapitalist mücadelenin hayati önemi
Virüs hızla evrim geçiriyor. Biz de bunu yapmalıyız. Onun böyle büyük bir tehdide dönüşmüş olmasının tek sebebi kapitalizm. Salgın hastalıklarla mücadelemize engel olan özel sağlık sistemi gibi bir saçmalığı geride bırakmanın zamanı geldi artık. Tıp ve etik birbirinden ayrılamaz. Kapitalist ruhunsa böyle bir kaygısı yok. Sağlık sistemlerini gözden geçirmeli, sağlığın adil dağılımını güvence altına alabilen nitelikli hizmetler talep etmeliyiz.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)