7 bin kadar sığınmacının bayram için Suriye'ye geçtiği haberi, "Ülkelerine gidip gelebiliyorlarsa mülteci değiller" iddiasının yeniden dillendirilmesine yol açtı. Marksist.org, bu tartışmalarla ilgili yazı dizisine devam ediyor.
Dördüncü günün yazısını, eski İstanbul milletvekili Ufuk Uras kaleme aldı:
Sığınmacı nefreti ya da nefrete sığınanlar
"Ortada bir tufan tehlikesi varken, ayağımız ıslanacak diye korkmamalıyız." - Çehov
Suriyeli sığınmacıların memleketlerine bayram ziyareti yapmalarına gelen tepki, “Bayram benim neyime, kan damlar yüreğime” türküsünden etkilenmekten kaynaklanmıyor. Onlar da biliyor ki bu insanlar güvenli bölgelere gidip, geri dönüyorlar. Ne büyük lütufkârlık, değil mi? Sanırsınız ki milyonlarca insan gidip geliyor, söz konusu rakam birkaç bin kişi.
Kurdun otlanan kuzuya “suyumu kirletiyorsun” deyip onu yemek istemesi misali, uysa da uymasa da dünyanın her yerinde nefret objesi göçmenler. Ve her yerde aynı kalıplar tedavülde: Onlar yüzünden işsizlik var, bunlar kötü insanlar, çok seviyorsanız evinize alın, onların zaten bir eli yağda bir eli balda, vs., Neonaziler her yerde bu argümanlarla mültecilere saldırıyor. Faşistlerimiz bir türlü yerli ve milli olamıyor.
Bugün yapılması gereken öncelikli iş mülteci hakkı bile olmayan bu komşularımızın hukuki haklarını teminat altına almak olmalı. Her insanın biricik olduğu ilkesi kavmiyetçiliğin rüzgârlarında savrulup gidebiliyor.
Türkiyeli Neonaziler çarşıda gördükleri her Lübnanlı, Suudi, Kuveytli, Ürdünlü turisti Suriyeli göçmen sanabiliyor. Olgularla değerler birbirinin yerine hızla geçebiliyor. Hâlbuki olgusal bilgileri değerlerimizin prizmasından geçirerek değersizleştirmeye hakkımız yok.
George Orwell, şimdiki adı Myanmar olan “Burma Günleri” kitabında, orada her yıl 800 yerli ölürken, bir beyazın ölmesinin nasıl bir canavarlık olarak görüldüğünü, kutsala karşı suç gibi telakki edildiğini anlatarak batının riyakar yüzünü teşhir ediyordu.
Hastanelere, okullara, çocuklara yapılan saldırıyı görmezlikten gelen zihniyet mülteciyi neden görsün ki? Batı ülkelerine gitmek isteyen mültecileri engellemeye yönelik Avrupa’nın sınır bekçiliğini yapmak üzerimize vazife olmamalı.
Bugün Baasçı faşistlerin Rusya desteğiyle gerçekleştirdikleri İdlip saldırıları yeni bir göç dalgasına da neden olabilir. Diğer yandan ise Suriye’de bir politik modelde uzlaşma arayışları da kendi mecrasında ilerliyor. Bu sarkacın sonu belirsizliğini koruyor.
Trump’ın mülteci düşmanı politikalarını kınayanlar, burada küçük Trumplar’a dönüşebiliyorlar. Polarizasyondan çok, bipolar bir ruh hali var, bir öyle bir böyle. Sığınmacı kardeşlerimizin geleceği, bu kişilerin zihniyetinin gelgitlerine emanet edilemez.
Göçmen sözcüğünün Latince’deki kökeni migrare migrenle ortak anlam taşıyor. Göç meselesi sadece göçmenlerin, ülkelerin değil, sağıya soluyla siyasilerin de baş ağrısı. Buna karşılık göçmen, mülteci, sığınmacı artık ne derseniz deyin, bu yüzyılın hareketlenmesiyle ilişki kurması, dayanışma içinde olması gereken siyasi hareketler, bir filmi seyreder gibi bakıyorlar.
Sahile vuran çocuk bedenlerine bir tekme de onlar atıyor. Bazı belediyelerin öncelikli işi sığınmacı düşmanlığı olabiliyor. Üstelik Bolu örneğinde görüldüğü gibi ortaya atılan iddiaların hepsi gerçek dışı.
Dünyanın her yerinde köle sahipleri köleleri birbirine düşürerek nizamlarının bekasını sağlıyorlar. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde radikal sağın ve neo ırkçıların yükselişi karşısında her birimizi teker teker avlamalarını kolaylaştıracak tutumlar alınamaz. O yüzden şimdi yapılması gereken minimal taleplerle yan yana gelerek, maksimal hedeflere ulaşabilmektir.
İttihatçı kafanın herkesi şekillendirdiği bu zaman diliminde bir karşı adres oluşturmanın yolu sığınmacılara bir tekme de sizin atmanızdan değil, omuz omuza İslamofobiye, Hristiyano fobiye, antisemitizme, ırkçılığa karşı bir araya gelmekten geçiyor.
Püriten, arınmacı siyaset döneminin artık sonuna gelindi. Üstünü örttüğümüz her şeyin altında kalıyoruz.
1915 tehcirinin yarattığı o büyük travmadan sonra 21. yy’da da aslında değişen hiçbir şey yok. Kötülüğe gerekçe arayan kötülüğün bir parçası oluyor.
1964 yılında Rumlar kovulduğunda sesini çıkarmayan ya da 60’ları özgürlük yılları sanan damarın bugün de hayatımızı cehenneme çevirmesine izin veremeyiz.
Gramsci’nin Ermeni Sorunu üzerine yazısında, Balzac’ın Goriot Babası’ndan verdiği örnek ne kadar da açıklayıcı: “Her portakal yediğinde bir Çinli ölecek olsaydı, portakal yemekten vazgeçer miydin? Portakallar yakınımda, onları iyi tanıyorum. Oysa Çinliler o kadar uzakta ki gerçekten var olduklarını da bilmiyorum.”
Mülteciler ise ar damarımız kadar yakında, “kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni” diye haykırıyor. Yeter ki zihnimizdeki sınırları, önyargıları aşabilelim. Aylan bebeklere verilmiş bir sözü var insanlığın.
Ufuk Uras