Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018 yılına ilişkin büyüme oranlarını açıkladı. Açıklama içindeki en önemli veri 2018 yılının son çeyreğinde ekonominin yüzde 3 oranında gerilemiş olması. Ekonomi son olarak 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı 2016 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 1,3 daralmıştı.
Bu daralma şu açıdan da çarpıcı: 2018'de ilk çeyrekte yüzde 7,2 büyüyen ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 5,3 üçüncü çeyrekte ise yüzde 1,6 büyümüştü. Büyümeden söz edilse de ilk çeyrekteki büyüme oranıyla kıyaslandığında üçüncü çeyrekte kelimenin tam anlamıyla bir çakılma yaşandığını görmek mümkün. İstikrarlı bir şekilde daralan bir ekonomiyle karşı karşıyayız.
2019 yılında küçülme sürecek
Gazeteci Erdal Sağlam uluslararası kuruluşların büyüme tahminlerini şöyle aktarıyor: “Uluslararası yabancı kuruluşların 2019 yılı Türkiye büyümesi için tahminleri de yüzde -1 ile -2 arasında değişiyor. Bu da en azından 2 veya 3 çeyrek daha büyüme oranlarının eksi çıkması anlamına geliyor. Geçen yılın baz etkisine bakıldığında da bu tahminlerin gerçekleşme ihtimali yüksek görünüyor.”
Türkiye ekonomisi köklü bir kaynak sorununa sahip. Küresel ekonomik şartlar ve Türkiye’deki siyasal gelişmeler bu kaynak sorununun bir kaynak krizine dönüşmesine engel oluyordu. Fakat hem siyasal dengelerde, hükümetin siyasal yönelimindeki değişimle açığa çıkan eksen kayması hem de küresel kapitalizmin kendi sorunlarıyla boğuşması ve bir dizi ülkede Trump gibi, içe kapanmacı otoriter figürlerin iktidara gelmesi kaynak bulmayı zorlaştırıyor. Kaynak ihtiyacının rahat bir şekilde karşılandığı günlerde tüm başarıyı kendi hanesine yazanlar kaynak sorunu geçtiğimiz yıldan beri çarpıcı bir şekilde gündeme geldiğinden beri küresel güçleri suçluyorlar.
Gözleri ekmeğimizde
Türkiye kapitalizmi kaynak sorununu borçlarını çevirmek için yeni borçlar bularak ve içerde işçi ve emekçilere aktarılan kaynakları kısıtlayarak çözme şansına sahip. Hükümetin yıllardır en çok övündüğü konulardan birisi olan kişi başına düşen gelirde yaşanan gerileme, kaynak krizini çözmek için işçi ve emekçilere yönelik baskının artacağını gösteriyor. 2018 yılında kişi başına düşen gelir ABD doları cinsinden 9 bin 632 dolar olarak hesaplandı. Kişi başına milli gelir rakamları uzun süreden beri ilk kez 10 bin doların altına indi.
Küresel kapitalist odaklar ise kaynaklarını bir ülkeye aktarıp, orada yatırım yapacaklarsa, asgari bir istikrar ve hukukun işleyiş mekanizmalarının en azından öngörülebilir olmasını talep ediyorlar. Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı rejimi öncesi siyasal sistemi zaten uygulamada bozulmuştu, yasama-yargı-yürütme-bürokrasi arasındaki yazılı olan ve olmayan kurallar allak bullak edilmişti, 24 Haziran seçimleriyle birlikte binlerce alışkanlık çöpe atılırken yeni alışkınlıklar inşa edilemediği gibi üretilen alışkanlıklar da alışılamadan çöpe atılıyor. Yargı alanında yaşanan gelişmeler ise en temel hukuksal hakların dahi öngörülemez garip bir hukuk dışı hukuk anlayışıyla baskı altına alındığını gösteriyor. Ne Avrupa sermayesi ne de diğer ülkelerin sermayesi, demokrasiye özel bir önem verir. Verselerdi AB ülkeleri zirvelerinden birisi onlarca insanı idam eden darbeci Sisi’nin Mısır’ında yapılmazdı. Sermayenin önem verdiği şey yatırımını geçerli kar oranlarıyla geri alıp alamayacağıdır. Beş yılda 7. Seçimini yaşayan Türkiye bu açıdan güven vermemektedir.
Büyüme rakamlarının ve 2019 tahminlerinin Türkiye’de işçiler ve emekçiler açısından tek bir anlamı var: Kaynak krizinin faturası yoksullara kesilecek. IMF doğrudan müdahale eder ya da etmez, bunu bilmiyoruz ama hem “demokratik” Avrupa hem de küresel sermaye kuruluşları, öngörülebilirlik dışında işçi sınıfının ses çıkartmayacağı, isyan etmeyeceği ve kendisine kesilen faturayı usulca kabulleneceği koşulların da sağlanmasını ister. Özetle, kaynak, ya doğrudan işçilerin ekmeğinden yapılan kesintiyle ya da işçilerin yapılan kesintilere ses çıkartmayacağının, çıkartırsa da susturulacağının garantisiyle bulunabilen sermayenin adıdır. Bu yüzden önümüzdeki dönemde işçilerin farklı sendikalar, dernekler ve konfederasyonlar çatısı altında örgütlenip örgütlenmediğine bakmaksızın birlikte mücadele etmesi her zamankinden daha yaşamsal bir öneme sahip.
(Sosyalist işçi)