DSİP’in kurucu genel başkanı Doğan Tarkan’ı kaybedeli 5 yıl oldu. Sosyalist olmaya karar verdiği 1960’lı yıllardan ömrünün sonuna kadar sosyalist devrim için çaba sarf eden Doğan Tarkan’ı Altüst dergisinin 5. sayısında yayımlanan "Sosyalizm öldü mü?" yazısıyla anıyoruz.
Doğu Avrupa ülkelerindeki 1989 devrimlerinin sonucunda iyice hararetlenen bir tartışma var. Sosyalizme ne oldu? Bir yandan “ideolojiler öldü”, “tarihin sonu” gibi fikirleri ileri sürülürken, soldan da Leninizm’in yanlışlığı, Leninizm’in Stalinizm’e yol açtığı iddiaları yükseldi. O günlerde Marksizm’e sahip çıkılırken, eleştiri okları daha çok Lenin’e yöneltilmekteydi.
İşçi sınıfının devrimci bir rolünün kalmadığı ise daha eski bir tartışma olmasına rağmen 1989’dan itibaren daha sık ileri sürülen bir iddia oldu.
Bugün ise yeni bir tartışma var. Belki 1989’da olduğu kadar yoğun ve kapsamlı değil, ama gene de ele alınması gerekli bir tartışma. Bugün ileri sürülen tezler 1989’da ileri sürülen tezler kadar kapsamlı değil, ama aynı temel noktalardan çıkıyor ve biraz daha ileri gidebiliyor. Ölen sadece Leninizm ve işçi sınıfı değil artık, devrimler ve marksizm de bütünüyle ölmüştür.
Sovyet demokrasisi
Marksizm’in ışığında sosyalizmin ne anlama geldiği çok açık: İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır ve sosyalizm işçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesidir.
Tarihsel gelişmelere bu iki basit tespit açısından bakarsak, olayları çözümlemek daha kolaydır. İşçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesi ilk kez Fransa’da, Paris Komünü’nde görüldü. Ardından, 1905’te Rusya’da sovyetler (işçi konseyleri) ortaya çıktı. Aynı sovyet örgütlenmesi yine Rusya’da 1917 Şubat devriminde bir kez daha ortaya çıktı, Ekim ayında ise iktidar bütünüyle işçi, köylü ve asker sovyetlerinin eline geçti.
Gerek Komün, gerekse Sovyetler Birliği’nin ilk yılları büyük emekçi yığınlar için son derece demokratikti. Yeni türden, yok olmaya aday bir devletin temellerini oluşturuyordu.
Rusya’da 1917 Şubat devrimi ile Ekim devrimi arasında geçen dönemde toplumun yaşadıkları bir işçi devriminin ardından oluşan toplumu çok iyi anlatmakta.
Her fabrika, her köy, her askerî birlik kendi temsilcilerini seçiyor ve bunları üst sovyete yolluyordu, oradan da ülke çapındaki sovyete delegeler gidiyordu. Ancak sovyetlerde fabrika işçileri ya da köylüler veya askerler istedikleri vakit toplanıp tartışıyor ve tartışmaların sonucunda gerekirse seçtikleri delegeleri geri çağırıp yenilerini seçiyorlardı. Dolayısıyla, sovyet delegeleri daima kendilerini seçenlerin denetimi altındaydı. Ayrıca bu delegeler ortalama bir işçi ücreti kadar ücret alıyordu.
İşçiler ve emekçiler üretimin kararlarını alıyor, fabrikaları yönetiyordu.
Devrimci Rusya’da sadece sovyetler değil, onun yanı sıra başta fabrika komiteleri ve sendikalar olmak üzere sayısız örgütlenme vardı ve hepsi sovyetler gibi işliyordu. Sadece sovyet delegeleri değil, her düzeyde devlet çalışanları ortalama bir işçi ücreti kadar ücret alıyorlardı.
Delegelerin geri çağırılabilmesi ve ortalama işçi ücreti alması sovyetin parlamentodan farkını oluşturur.
‘Demokratik Halk Cumhuriyetleri’
Doğu Avrupa ülkelerinde, Çin’de veya Küba ve Kuzey Kore’de böyle bir gelişme yaşanmadı. Doğu Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Rus Kızıl Ordusu’nun bu ülkeleri işgal etmesi ile ‘Demokratik Halk Cumhuriyetleri’ olarak kuruldu, Çin’de Halk Ordusu tarafından, Kuzey Kore’de Çin Halk Ordusu’nun desteği ile, Küba’da ise Castro ve arkadaşlarının gerilla savaşı ile.
Bu ülkelerin hiçbirinde devrimin işçi sınıfının kendi eseri olduğunu gösterecek bir gelişme yaşamadığı gibi, hiçbirinde işçi, emekçi yığınlar iktidara gelmedi. Bu nedenle, Rusya dışında “sosyalist” denen ülkelerin bir gün dahi sosyalist olmadıklarını söylemek mümkün. Ve zaten Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmaları da bizzat işçilerin ayaklanması ile gerçekleşti. İşçiler kendilerine tamamen yabancı olan ve kendilerine daha iyi bir yaşam vermeyen bu rejimlerden ayaklanarak kurtuldu. Yıktıkları rejimler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlıyordu, ama Doğu Avrupa’da yıkılan sosyalizm değildi.
“Kızıla boyanmış ama kızıl olmayan”
Rusya’da ise devrimden bir süre sonra eski egemen sınıfın direnişi İç Savaşı getirdi. İç Savaş, Rusya için büyük bir yıkım oldu. Emperyalist güçler bu savaşta Beyaz orduları destekledi, Rusya emperyalistler tarafından işgal edilmeye başlandı.
Sonunda işçi sınıfı kazandı. Beyazlar çok kanlı bir savaşın sonucunda yenildi. Ama yenenler bu savaştan çok ağır kayıplarla çıktı. Önce işçi sınıfının en bilinçli, devrimci kesimi savaşa gitti. Ardından askerlik zorunlu hale geldi ve büyük kentlerin işçileri savaşa yollandı. Savaşta işçi sınıfı en iyi unsurlarını kaybederken, şehirlerde de sanayi durdu. Sanayinin durması aynı zamanda sovyetlerin de fiilen sona ermesi anlamına geldi. Fabrikalar boşalınca sovyetler de fiilen ortadan kalktı.
İç Savaşı kazanan ordu geri döndüğünde Rus işçi sınıfı hem ağır kayıplar vermişti hem de devrimi gerçekleştiren işçilerin önemli bir kısmı artık devlet yönetiminde, sendikalarda veya Kızıl Ordu’da yönetici haline gelmişti. Sovyetler işlevsiz, işçi sınıfının en iyi unsurları ise yönetici!
Bu nokta, işçi sınıfının öncü kesimlerinin bürokratlaşmasının ilk adımlarıdır. Bu arada Çarlık bürokrasisinden devrime karşı çıkmayan unsurlar geri çağrılmaya da başlandı. Lenin durumlarını “kızıla boyanmış ama kızıl olmayan” olarak tespit ediyor, devleti el geçirdiklerini, ama onu yıkıp yeni bir devlet kuramadıklarını anlatıyordu.
Sürgünden Rusya’ya 1917’de dönen Lenin, ilk konuşmasında Rus devrimini dünya devriminin ilk adımı olarak selamlıyordu. Lenin için tek başına Rusya’da sosyalizmi kurmak mümkün değildi ve o dönemin sosyalistlerinin bütünü için bu fikir geçerliydi. Bütün Rus devrimcileri en başta 1918’de başlayan Alman Devrimi olmak üzere, dünya devriminin başarısını bekliyordu. Ne var ki Alman Devrimi, Ruslar İç savaşı sürdürürken yenildi.
Bu arada, Lenin’in ölümüyle, Stalin parti içinde en etkin güç olarak 1920’lerin ortasında iyice güçlenmiş olan bürokrasini temsilciliğini üstlendi. Bir dizi gelişme 1917’den çok farklı bir Rusya yarattı.
En başta, artık sovyetler yoktu; daha doğrusu işlevsiz, boş bir kabuk kalmıştı. Bürokrasi giderek ücret farkını açıyordu. Fabrika yöneticileriyle generaller ortalama bir işçi ücretinden defalarca fazla ücret alıyordu. O kadar ki, Rusya’daki ücret farkı ABD’de patronlarla işçiler arasındaki ücret farkından daha fazlaydı. Bürokrasi, fabrika yönetimlerini de işçi komitelerinden alarak profesyonel yöneticilere verdi ve bu yöneticiler büyük ücret farkları ile işe başladı.
Tek ülkede sosyalizm
Stalin bütün bunları sosyalizm için yeni bir fikir olan “tek ülkede sosyalizm” teorisinin sonucu olarak gerçekleştiriyordu. Bu teze göre dünya devrimi yenilmişti, Rusya tek başına kalmıştı, ama Rusya’da sosyalizmi kurmak mümkündü.
Bu tezin kazanması parti içinde ve işçi sınıfı içinde büyük bir terör dalgası ile mümkün oldu. Bir yandan 1917 yılının Bolşevik Partisi imha edilirken, bir yandan da bürokrasi kendi örgütlenmesini oluşturdu. Rus komünistleri 1930’lardaki terör dalgaları sonucunda imha edilirken, işçi sınıfı yeni ve çok hızlı bir sermaye birikimi için katı bir disiplin altına alınmıştı. Zaman zaman işe geç gelenlere ölüm cezası veya çalışma kampına gönderilme cezaları verilirken, ‘iç pasaport’ sistemiyle işçilerin fabrika değiştirmesi bile olanaksız hale getirildi.
Rusya’da 1920’lerin ortalarında gerçekleşen sadece basit bir dejenerasyon değil, bir karşı devrimdir. O kadar ki, tek ülkede sosyalizm tezine karşı çıkanlar, işçi ve emekçilerin haklarını savunanlar idam edilip toplama kamplarına yollanırken 1917 Ekim Devrimi’ne karşı çıkanlar affa uğruyor ve devlet yönetimine getiriliyordu.
İkinci dünya savaşı öncesinde Sovyet bürokrasisi çok hızlı bir sermaye birikimi gerçekleştirdi. Savaşta kazanan ülkeler arasında yer aldı. Yalta’da Amerika ve İngiltere ile dünyayı paylaştı. Payına düşen alanlarda Kızıl Ordu yeni devlet kapitalisti rejimler kurdu. Doğu Avrupa’nın “sosyalist” ülkeleri böyle ortaya çıktı.
Nihayet, 1989 devrimleri dalgası önce birer birer Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimleri yıktı, ardından Sovyetler Birliği dağıldı.
Yepyeni bir demokrasi
Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerini, Çin, Küba veya Kuzey Kore’yi sosyalist ülkeler olarak tanımlayıp buraları sosyalizmin kötülüklerinin örnekleri olarak göstermek çok kolay. Babadan oğula geçen iktidarlar, tek parti diktatörlükleri, işçi ve emekçiler üzerindeki baskı, idamlar ve toplama kampları, işçiler için ağır çalışma koşulları (dağılmasından kısa süre önce Rusya’da maden işçileri sabun istedikleri için grevler yapmıştı)… Bütün bunların yaşandığı rejimler “sosyalist” olarak tanımlanıyorsa, kimsenin sosyalizm diye bir amacı, hedefi olamaz elbet. Ama bunları “sosyalizm” olarak tanımlamak biraz garip değil mi?
Sosyalizm her şeyden önce işçi ve emekçilerin kendilerini yönetmeleridir. Üretime ve dolaşıma karar vermeleridir. Siyasî kararları almalarıdır. Sosyalizm, çalışan yığınlar için yepyeni bir demokrasi olmalıdır. Paris Komünü ve Rus devriminin ilk yılları bu pratiğe sahiptir. Daha sonra Komün burjuva orduları karşısında yenilmiş, Rus Devrimi ise burjuva ordularını yenmiş, ama yarattığı yeni bürokrasinin esiri olmuştur.
Stalin’i Lenin’in fikirlerinin yarattığı iddiası, devrimin şiddete dayalı olduğu iddiası ise tamamen temelsizdir. Komün kan dökmemiştir, ama Komünü yıkmak için saldıranlar binlerce işçiyi katletmiştir. Keza, Rus Devrimi de şiddetsiz gerçekleşmiş, ama şiddet İç Savaşla gelmiştir. Devrimi ezmeye çalışan güçler tarafından gündeme sokulmuştur.
Lenin ile Stalin arasındaki fark açıktır. Lenin, Rus devrimini dünya devriminin bir parçası olarak görür. Dünya devriminin Rus devrimine soluk aldıracağını düşünür. Rus Devrimi’nin ilk yılları çok partilidir, 1917’nin ilk hükümeti bir koalisyondur. Muhalefet partileri açıktır ve hatta açık askerî örgütlenmeleri vardır. Bütün bunlar muhalefetin işçi hükümetine karşı silahlı mücadeleyi başlatması ile birlikte değişmiştir. Bu süreç kısa bir süre sonra da yeni bir egemen sınıfın, bürokrasinin ortaya çıkması ile sonuçlanmış ve bürokrasi başarılı bir karşı devimle iktidarı kazanmıştır.
Bugün sosyalizmin öldüğü tartışmaları, 1920’lerde sosyalizmin boğulmasının ardından ortaya çıkan ülkelerin 1980’lerdeki haline bakılarak sürdürülüyor. İşçi ve emekçilerin yönetimle hiçbir ilişkisinin olmadığı baskıcı Sovyetler Birliği’nden ya da Çin Halk Ordusu aracılığıyla kurulan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nden yola çıkarak sosyalizm tartışılamaz, eleştirilemez.
Komünist Manifesto çok net bir biçimde işçi sınıfının vatanı olmadığını anlatır. Bu nedenle dünya devrimini savunmak, bu nedenle tek bir ülkede sosyalizmin mümkün olmadığını savunmak, bu nedenle işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını ve onun adına davrana hiçbir parti, örgüt veya ordunun sosyalizme giden yolu açamayacağını savunmak gerekir.
Bu nedenle aşağıdan sosyalizm anlayışı bugün hâlâ canlı ve yol gösterici. Ve bu nedenle Stalinizm, arkasında baskı ve ölüm ve gereksiz tartışmalar bırakarak, tarihin çöp tenekesindeki yerini aldı.
Doğan Tarkan