Arife Köse, dünyada yükselen otoriterizm ve milliyetçilik üzerine yazdı.
Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri açıklarken bir otoriterleşme eğiliminden söz etmek mümkün. Bu eğilime eşlik eden bir diğer küresel olgu ise, zaman zaman ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar varan milliyetçilik.
Otoriterleşme dendiğinde, doğal olarak, aklımıza hemen önce Türkiye ve Erdoğan ve ardından Putin, Trump, Orban gibi isimler ve giderek artan baskı geliyor. Ancak dünyada otoriterleşme bu dört isimden ibaret olmadığı gibi sadece baskı da demek değil. Bir yandan tüm Avrupa’da aşırı sağ yükselirken diğer yandan Vietnam, Kamboçya, Filipinler gibi ülkelerde otoriter rejimler ya da askeri diktatörlükler kendisini iyice sağlamlaştırıyor.
Otoriterleşme adı altında değerlendirdiğimiz tüm bu rejimlerde görülen ortak özellikleri ise şöyle sıralamak mümkün: Birincisi, bu rejimleri sadece otoriter değil, Ahmet İnsel’in de bir yazısında belirttiği gibi otoriter kapitalist rejimler olarak adlandırmak daha doğru olabilir. Çünkü, neo-liberal konsensüsün çökmesiyle birlikte ABD’den Filipinler’e ve Türkiye’ye kadar devletin ekonomiye daha çok müdahil olduğu, özgürlüklerin feda edilmesi karşılığında devlet eliyle hızlı kalkınmanın ve zenginleşmenin vaat edildiği bir eğilim var. Özellikle jeo-politik rekabetin her geçen gün daha da kızıştığı günümüzde en çok ve en hızlı zengin olmanın büyük avantaj sağlayacağına inanılıyor.
Böylesi bir vaadin bedeli ise her türlü demokrasi ve özgürlük kırıntısının oluşturduğu sözde tehdidin ortadan kaldırılması oluyor. Son zamanlarda bütün dünyada gazeteci cinayetlerinde yaşanan artış tesadüf değil. Sadece Erdoğan değil, bütün dünyada liderler daha merkezi, gücün tek elde yoğunlaştığı yönetimler kurmak istiyorlar ve bunun faydalarına halkı ikna etmeye çalışıyorlar. Sokak eylemlerini ve hak mücadelelerini kriminalize etmek yine bütün bu tür rejimlerde görülen ortak bir diğer özellik. İngiltere’de bu yıl Eylül ayında, 1932’den beri ilk kez üç çevre aktivisti tutuklandı. Ekim ayında görülen duruşmada serbest bırakıldılar ancak sonuçta bu bir aylık tutuklulukları bile akvitistlere verilen bir gözdağıydı.
Yani, otoriterleşme adı altında ifade ettiğimiz olgu aslında ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda birbirine paralel olarak yaşanan ve birbiri ile de bağlantılı bir dizi süreçten oluşuyor ve üstelik bu süreç Türkiye’ye özgü değil, tüm dünya benzer rotaya girmiş durumda. Bu rotaya herkesin ikna olmasını sağlayacak en uygun ideolojik zemini ise milliyetçilik sağlıyor.
Amerika’yı, Türkiye’yi, Macaristan’ı ‘yeniden büyük yapmak’
Trump’tan, Erdoğan’a ve Orban’a kadar tüm liderlerin en büyük vaadi kendi ülkelerini ‘yeniden büyük yapmak’, yani ‘büyük Türkiye’yi kurmak, ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’, ve hatta sadece Macaristan’ı değil ‘bütün Avrupa’yı yeniden büyük yapmak’. Bu öyle büyülü bir vaat ki hiçbir engel, hak ve hürriyet bundan daha kıymetli olamaz ve bu vaadin karşısında duran herkes ‘terörist’ ve de hatta ‘vatan hainidir’ ve mutlaka Amerika’nın, Avrupa’nın, Türkiye’nin yeniden en büyük olarak ortaya çıkmasını istemeyen ‘güçler’in maşasıdır. İktidarlar, yarattıkları bu yapay ‘ulusal gurur’ hedefi ile, sadece hükmettikleri coğrafyaları, demokrasi ve özgürlükler pahasına yeniden büyük ve rakipsiz kılma vaadini değil, aynı zamanda, o coğrafyaların ötesindeki bölgesel hedeflerini de sadece kendilerine ait olmaktan çıkarıp ‘hepimize ait’ bir vaat ve hedef haline getiriyorlar. Böylece ABD’nin kilometrelerce öteden gelerek Orta Doğu topraklarına istediği gibi müdahale edebilmesi birdenbire Orta Doğu’ya ve orada yaşayan insanlara değil, ABD’ye ait ve ‘ABD’nin yeniden büyük olması’ ile ilgili bir hale geliyor. Hepimiz örneğin Suriye’den başka bir ülkenin toprakları gibi değil, sanki bize ait bir yermiş gibi bahsetme ve öyle davranma hakkını kendimizde buluyoruz. Böylece milliyetçilik tarihsel olarak en başat işlevini yerine getirmiş ve sınıfsal olarak yan yana gelemeyecek kesimleri bir potada toplamış oluyor.
Ortak düşmanlar ve tehditler
Otoriter adı altında sınıflandırılan rejimler ve liderlerin ikna edici olabilmelerinin bir diğer yolu da bu otoriter uygulamaları gerekçelendirebilmelerinde ve toplumu buna ikna etmelerinde yatıyor. İşte yine burada milliyetçilik en işlevli anahtar olarak devreye giriyor. Günümüzde örneğin Avrupa’da sınırları kapatmak, en temel hak ve özgürlüklerden biri olan seyahat hakkını sınırlamak gibi uygulamaların gerekçesi olarak çok fazla sayıda mültecinin Avrupa’yı Müslümanlaştırma olasılığı olduğu öne sürülüyor ve bu tehdide karşı muazzam bir Müslüman düşmanlığı inşa ediliyor. Trump, özellikle göçmenlere yönelik politikaları ile dünyada otoriterleşmenin simgesi haline gelirken, gerekçe olarak, göçmenlik politikasında odaklanılması gereken konunun “Amerikalıların yaşamlarının ve güvenliklerinin geliştirilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Sık sık basın özgürlüğünü, kadınları, her tür muhalefeti tehdit eden açıklamalar yapıyor.
Kısacası, bütün otoriterleşen rejimlerin en büyük ortak özelliklerinden biri, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar uzanan bir milliyetçiliğin, bu rejimlerin her türlü anti-demokratik, militarist ve ırkçı uygulamalarını meşrulaştıran bir zemin olarak ortaya çıkması ve yükselmesi oluyor. Normalde çıkarları asla uyuşmayacak sınıflardan oluşan toplum, milliyetçiliğin sağladığı argümanlar sayesinde, özgürlükler ve demokrasi pahasına ortak hedefler ve tehditler etrafında bir araya getiriliyor. Dolayısıyla, otoriterleşmeye karşı mücadele milliyetçiliğe karşı mücadeleden, onun çok doğal ve normal gibi görünen argümanlarını her gün teşhir etmekten ve onlara karşı sürekli uyanık olmaktan ayrılamaz.
Arife Köse
(Sosyalist İşçi)