TÜBİTAK ile birlikte ‘1003 Entegrasyon Projesi’nin startını veren Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi’nden Doç. Dr. Şebnem Köşer Akçapar, Suriyeli mültecilerle ilgili üretilen hurafelere yanıt verdi.
Hürriyet gazetesinden İpek Özbey'in Akçapar ile gerçekleştirdiği röportajı okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.
Farklı rakamlar açıklanıyor. Türkiye’de kaç Suriyeli yaşıyor?
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün (GİGM) rakamlarına göre, Türkiye’de 3.5 milyonun biraz üzerinde geçici koruma altında Suriyeli bulunuyor. Ancak, geçici korunmadan yararlanmayıp oturma izni ile Türkiye’de ikamet eden 2017 sonu itibariyle sayıları 65.000’i bulan Suriyeli de var. Bunlar, nispeten daha yüksek sosyo-ekonomik gruptan ve iş sahibi kişiler. Yine Türkiye’den çıkışlara baktığımızda, sayıları tam olarak bilinmemekle beraber, Türkiye’de kayıtsız yaşayanlar da mevcut.
Bir de vatandaşlık hakkından yararlananlar var…
Evet. Onların rakamları şu an için 60 bin civarında. Suriyeliler bu vatandaşlık süreçlerinde, kendileri başvuru yapamıyor. Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ve tabii GİGM kişisel verileri inceledikten sonra, birkaç temel kriter üzerinden değerlendirme yaparak Suriyelileri ön görüşmeye çağırıyor. Bu kriterler, Türkiye’ye yasal yollardan giriş yapmış olmak, geçici koruma ya da geçerli ikamet izniyle yaşıyor olmak, üniversite ve daha yukarı bir seviyede yüksek eğitimli olmak, meslek sahibi olmak ve suç işlememiş olmak. İlk değerlendirme, İl Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Müdürlüklerince de yapıldıktan sonra, uygun görülen adaylar belirlenip eski sistemde Bakanlar Kurulunun onayına sunuluyordu. Şimdi doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlı birimler değerlendirecek. Çoğu vasıflı olan ve Türk vatandaşlığı edinen Suriyeliler entegrasyon süreçlerinde daha faal rol oynayabilir.
Kaçı burada doğdu?
2011’den bu yana 355 bin Suriyeli Türkiye’de doğdu. 0-4 yaş arasında 555 bin Suriyeli bebek var. 5-9 yaş arası 478 bin bebek var. Bunların da bir kısmı doğdu, bir kısmı ise çok küçükken geldiler. Suriye ile ilgili hiçbir hatıraları yok. Ailelerinden öğrendikleri bilgilerle anavatan duygusunu geliştiriyorlar. Türkiye tek hatırladıkları ve bildikleri yer.
Türkçe mi konuşuyorlar?
Okula başlarken Türkçe öğreniyorlar. Artık yeni bir uygulamayla Türkçe okullara gidiyorlar. 2016’da bu uygulama başlarken, ben de Gaziantep’te, İstanbul’da Suriyeli temsilcilerle görüşmeler yaptım. “Neden bizim çocuklarımız Türk okullarına mecburi gidiyor, Arapça öğrensinler” diye çok itiraz ettiler. İki yıl sonra aynı insanları gördüğümde, “İyi ki böyle bir şey yaptı Türkiye. Çocuklar Türkçe öğrendiler, hem onlar hem aileleri rahat etti” dediler.
Fikirleri nasıl değişti?
Bir kere zannettiklerinden fazla Türkiye’de kalacaklarını anladılar, çünkü Suriye’deki durum düzelmedi. Çocuklarının Türkçe öğrenip, kendilerini ifade edebilmelerinden mutlu oldular. Almanya’daki Türklerde de benzer bir şey yaşamıştık. İkinci nesil çocuklar Almanca öğreniyor, ailelerinin tercümanı oluyorlardı. Şimdi aynı şeyi Suriyeli çocuklar yapıyor. Bütün bu 6-18 yaş arası sayılarını ele aldığımızda ise 1.2 milyon çocuğun okul çağında olduğunu görüyoruz.
Bu rakam bize sosyolojik olarak ne ifade ediyor?
Bu çocukların kaybolmuş nesiller olmaması lazım. Türkiye’ye bu konuda çok büyük sorumluluk düşüyor. 2014’ten itibaren Suriyeli çocukların okullaştırma oranı yüzde 20’den yüzde 30’a çıkmıştı. Şimdiyse bu rakam yüzde 62. Evet geriye yüzde 38 kalıyor, azımsanacak bir rakam değil ama kısa sürede büyük bir başarı olduğunu söylemeliyim. İstanbul’da 560 bin civarında Suriyeli var. Bazı semtlerde çok büyük yoğunlaşma görüyoruz. Sosyolojik anlamda, gettolaşmalar yaşanıyor. O okullardaki çocukların, Türk çocuklarla kaynaşmaları toplumsal bütünleşme ve önyargıların yıkılabilmesi için de büyük önem arz ediyor. Tabii, öğretmenlerin de çocukları nasıl adapte edebileceklerine dair bilgi sahibi olmaları gerekiyor.
Bazı semtlerde yoğunlaşıyor dediğiniz nereler?
Sultanbeyli, Sultangazi, Bağcılar, Esenler, Fatih… Bu semtlerde büyük sayıda Suriyeli yaşıyor. Tabii o mahalleler de bir dönüşüm içinde. Çok değişken bir süreç yaşanıyor. Eski sakinler başka yerlere taşınıyor, yerlerine Suriyeliler yerleşiyor. Bu mahalleler, daha önceleri 1990’larda Bulgar Türklerini ve Boşnakları da ilk Türkiye’ye geldiklerinde barındırmış ve halen iç göç almaya devam ediyor.
Türkiye’de günde kaç Suriyeli çocuk doğuyor?
Değişiyor ama ortalama 350 çocuk diyebiliriz. Bazen 390’lara kadar çıkıyor.
Yüksek bir rakam. Bunca zorluğa rağmen, çok çocuk yapmalarındaki motivasyon nedir?
En büyük motivasyon normalleşme diye düşünüyorum. Göç sonrası bir travma yaşıyorlar. Suriyelilerle birebir çalışan psikologlar, post- travmatik stres bozukluğunu hem çocuklarda hem ebeveynlerde yaşandığını belirtmekteler. Dolayısıyla, hem bir normalleşme süreci yaşayabilmek için hem de savaşta yaşadıkları kayıplardan dolayı soyunu devam ettirebilme güdüsü ön plana çıkıyor. Üçüncüsü de, birçoğu kırsal kesimlerden geliyor, çok çocuk sahibi olma kültürlerinin bir parçası. Dünyanın her yerinde, göçmenlerin ya da mültecilerin yaptığı çocuk sayısı, ilk başta her zaman yerel nüfusun üzerinde seyreder. Sonra, yavaş yavaş entegrasyon süreçleri başladıktan sonra, yerel nüfusla aynı seviyeye iner.
Çok eşlilik yaygın mı?
Erken evlilikler oldu, bazı durumlarda Türk erkekleriyle çok eşlilik de oldu. Suriyeli kadınlar, tek başlarına çocuklarıyla Türkiye’ye gelmiş ise, büyük geçim derdindeydiler ve aile reisi rolüne adapte olmaya çalışıyorlardı. Eşleri ya ölmüştü, ya hâlâ Suriye’deydi. Ayrıca, Suriye’de 15 – 16 yaşındaki bir kızın evlendirilmesi özellikle kırsal alanlarda bir sorun olarak görülmüyor. Suriye’de aile hukukunda şeriat izlendiği için, erken evliliklerde bir kadının erkeğin ikinci eşi olmasına hukuki açıdan bir engel de yoktu. Buraya ilk geldiklerinde, Türkiye’de de benzer bir sistem olduğunu farz ettiler ve kandırıldılar. Ekonomik ve kültürel nedenlerle yapılan bu evliliklerin çoğu hüsranla bitti ve Suriyeliler Türk hukukunu öğrendiklerinde şaşkınlık yaşadılar. Şu anda çok daha kontrol altında, çünkü sivil toplum ve devlet eliyle doğrudan bilgilendirme programları var.
Büyük kısmı Türkiye’de yaşamaya devam edecek mi sizce?
Evet. Gerek daha önce yapılan araştırmalarda gerekse bizim birebir yürüttüğümüz araştırmalara göre, Suriyelilerin büyük kısmı Türkiye’de kalmaya devam edecek. Bir araştırmada sorduğumuz sorulardan biri hangi ülkede yaşamayı düşündükleriyle ilgili. Türkiye’de mi, Suriye’de mi, Avrupa’da mı? Bunu sormamızdaki amaç, her insan gibi gelecekteki hedeflerini belirlerken, göç etmek istedikleri ülkeleri anlamaktı. Büyük çoğunluk, “Biz Türkiye’de yaşamaktan mutluyuz” dediler. Araştırmamızı İstanbul ve Gaziantep’te farklı mahallelerde yürüttük. Konuştuklarımızın yüzde 80’inin üzeri Türkiye’de yaşamak istediğini söyledi. “Ola ki, Suriye’de rejim değişir, Esad giderse o zaman memnuniyetle ülkemize dönmek isteriz, sonuçta baba toprağı” diyorlardı. Birçoğu siyasi nedenlerle dönmekten, Esad rejiminden korkuyor. “Biz mülteci olarak geldik, Türkiye’ye sığındık, Esad rejimi bunu bizim aleyhimize kullanır mı” diye çekiniyorlar. İkincisi özellikle Halep’ten gelenler, her şeyini kaybetmiş. Burada sıfırdan bir hayat kurmuş. O zaman geri dönmek için bir nedeni kalmıyor. Almanya ve Batı Avrupa örneğini vereceğim yine. 1961 yılında ilk göçmenler gittiğinde, birkaç yıl kalır, ülkesine döner diye düşündüler. Ancak öyle olmadı. İlk geçicilik hissi, zaman geçtikçe kalıcılıkla sonuçlanıyor. Her halükarda, İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, 250 bin Suriyeli ülkelerine döndü ve güvenli bölgelere yerleştiler.
Burada doğanlar kendilerini Türkiyeli mi Suriyeli mi kabul ediyor, hiç gençlerle temasınız oldu mu?
Şimdi Kilis’te çocuklarla ilgili bir proje yürütmek için çabalarımız var. Kilis ilginç bir örnek zira şehirde 130 bin Suriyeli, 90 bin Türk yaşıyor ve bir tampon bölge haline gelmiş durumda. Örneğin, bu eğitim-öğretim yılında ilkokula başlayan çocukların yüzde 70’i Suriyeli. Bu, çok ciddi bir rakam.
Kilis’teki Türkler, kendi nüfuslarının üzerine çıkan Suriyeli nüfusa tepkili mi?
Kilis de dahil olmak üzere bazı yerel hükümetler kapsayıcı politikalarla hem kendi seçmenlerine hem de mahallede yaşayan Suriyelilere hizmetler götürüyor. İstanbul’da Sultanbeyli Belediyesi Başkanı Hüseyin Keskin ve Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin ekibiyle örnek çalışmalar yapıyorlar. Fakat araştırmamızda Türklere de sorular yönelttik. Artık Suriyelilerden rahatsız olmaya başladıklarını gözlemledik.
Neden rahatsız oluyorlar? Siyasi bir tavır mı, yoksa hayatları gerçekten zorlaşıyor mu?
Bir sürü neden var. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre; hangi partiye oy verirse versin, sosyoekonomik düzeyi ne olursa olsun, Türklerin yüzde 86’sı artık Suriyeliler evine dönsün istiyor. Fakir birisiyse, “İşimizi elimizden alıyor. Onlara devlet yardım veriyor, bize gelmiyor, çocukları bedava okula gidiyor, sınava girmeden üniversiteye giriyorlar, bizimkiler giremiyor” gibi şikâyetler dile getiriyorlar. Bir başkası diyebiliyor ki, “Bizim kültürümüzle onların kültürü çok farklı. Türkiye toplumu Araplaştırılıyor”. Çok farklı nedenler var. Aslında yine sorduğumuz sorulardan biri, “Ne kadar Suriyeli tanıyorsun, hiç Suriyeliyle yüz yüze geldiniz mi, arkadaş ya da komşu oldunuz mu” idi. Çok enteresandır, “Suriyeliler artık evine dönsün” diyenlerin çoğunun hemen hemen Suriyelilerle hiç karşılaşmamış ya da az teması olan insanlar olduğunu gördük.
Yani bir algıdan mı etkileniyorlar?
Evet, hatta yanlış algılardan besleniyorlar diyebiliriz. Bir kere bunlar doğru değil. Suriyeli gençler üniversiteye gireceği zaman ayrı bir sınavdan geçiyorlar. Sosyal medya üzerinden de yayılan bir yanlış algı. Suriyeli ailelere yardımlar uluslararası yardım kuruluşları, bazı bakanlıklar, Kızılay ve belediyeler tarafından yapılıyor. Ancak, bu sadece Suriyeli ailelere değil, fakirlik düzeyi aynı olan Türk ailelere de yapılıyor. İnanın bu yardımlar da çok düşük. Suriyeli ailelerden çok zaten Türk ailelere gidiyor yardımların çoğu. Tabii, seçimler sürecinde ve hatta daha öncesinde, çok politize edilmiş bir süreçten bahsediyoruz. “Madem bayramda ülkelerine gidebiliyorlar, geri dönmesin” diyenler oldu. Ancak, zorunlu göç karmaşık nedenler sonucu meydana geliyor. Uluslararası hukukta mülteci olarak kabul edilmenin farklı kriterleri var. Ekonomik nedenler bunlardan biri değil ama iç savaş bir gün bitse bile, sosyo-ekonomik sorunlar devam edecek ve gönüllü geri dönüşü zorlaştıracak. Tüm mallarını, evlerini ve geçim yollarını kaybedenler var. Daha önce yaşadıkları kentlerde halen eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim sorunları da devam ediyor. Rejim karşıtları, siyasi nedenlerle geri dönmeyi istemeyecek.
Haksızlar mı?
Suriyeliler bir iç savaştan kaçarak buraya geldiler. “Gençlerin çoğu ülkeleri için savaşmadı” diyenlerimiz var. Çünkü, ne tarafta duracaklarını bilemediler. Kimi öldürseler kendi vatandaşlarıydı. İki ateş arasında kalmak istemedikleri için bize sığındılar. Bir kısmı rejim karşıtıydı, bir kısmı nerede duracağını bilmiyordu.
“Bizim askerimiz orada şehit olurken, onlar burada nargile keyfi yapıyor” sözünün başka bir karşılığı var, öyle mi?
Kesinlikle. Bizim askerlerimiz aynı zamanda Türkiye’nin güvenliğini sağlamak ve Suriyeliler için güvenli bölge oluşturmak için gidiyor. Gönüllü geri dönüşler ancak insan güvenliği ortamı da kalıcı olduğunda gerçekleşir. Koç Üniversitesi’nde sadece Türkiye’deki durumu değil, diğer bölge ülkeleri olan ve çok sayıda Suriyeli barındıran Ürdün ve Lübnan’da da paralel araştırma yürütüyoruz. Oralarda da bu algıya rastlıyoruz. “Suriyeliler geldi, güvenliğimiz elden gitti” diyenler var.
Burada da öyle. Yaşadıkları yere çok fazla Suriyeli yerleşince, taşınan aileleri görüyoruz…
Daha önce de söylediğim gibi, gerek İstanbul’da gerek diğer şehirlerde mahalleler de Suriyelilerin göçüyle dönüşüyor. Sultangazi çok enteresan bir örnek. 1980’lerin sonlarında Bulgar göçmenler, sonra Boşnaklar, Iraklılar, şimdi de Suriyeliler yerleşmiş. Ancak, Suriyeliler gelince güvenlik sorunları arttı, suç oranı yükseldi de yanlış bir algı.
Göçmenler arasında suç oranı nedir?
Bu çok önemli. Suriyelilerin suça karışma oranı 1.3 gibi düşük bir rakam. Sorunların bir kısmı da kendi içlerinde yaşanıyor. Ama öyle bir algı var ki, geldiler, kapımızı kilitlemezdik, kilitler olduk deniyor. Biz eğer bir an evvel entegrasyon çalışmasına başlamazsak, Avrupa’nın hatasına düşeceğiz. O insanları dışlayarak daha da ötekileştirerek yalnız bırakacağız. Diğer bütün sosyal problemler patlak verecek. Bu sorunların yaşanmaması için tedbirlerimizi şimdiden almalıyız.
“Geldiler, ucuza çalışmaya başladılar, işsiz kaldık” yönündeki şikayetlerin karşılığı var mı?
Bazı durumlarda gerçekliği var tabii. İstanbul’da farklı mahallelerde görüşmeler yaparken, bir katılımcı, “Ben eskiden 100 liraya çalışıyordum, şimdi Suriyeliler geldi, 50 liraya çalışıyorlar, 70 lira bile alamıyorum” dedi. Suriyeli ne yapsın? O daha çok para kazanmak istemez mi? Burada işverenlerin bu durumu sömürüsü ve kayıt dışı ekonomimizin yüzde 30’un üzerinde olmasının bir payı bulunuyor. Genelde göz ardı ediyoruz ama şöyle bir fırsat da yaratılıyor. Suriyeliler işçi olarak Türkiyelilerin yapmak istemedikleri işlere yerleşince, Türk işçiler niteliklerini arttırmak yoluyla daha iyi gelir kazanabilecekleri işlere yöneliyorlar.
Suriyeliler ve Türkler bir arada yaşayabilir mi?
Bir arada yaşamak için gerekli alt yapımız var. Ama bu sadece dine dayandırılmamalı. Şimdiye kadar muhacir-ensar söylemi bir kitleye ulaştı. Ancak, somut adımlar da atılmalı. Okullaştırma, eğitim ve iş-güç sahibi yapılmaları önemli. Önyargılar yıkılmalı. Biz Suriyelilere ‘Türk kültürünü nasıl buluyorsunuz” diye sorduğumuzda, “Türk kültürüyle Suriye kültürü çok benzer, yemeklerimiz bile aynı” derler. Türklere aynı soruyu yönelttiğimizde “Kıyas bile kabul etmez” diyorlar.
Burada bir küçümseme var mı?
Maalesef. Burada Suriyeliler üzerinden Arapları ötekileştirme var. Türkiye’de yaşayan ve kırsal alandan gelen Suriyelilerin genellikle kendi dillerinde bile okur-yazarlık oranının düşük olduğunu biliyoruz. Bu oran özellikle kadınlar arasında daha vahim. Evde oturdukları için Türklerle sosyalleşme olasılıkları ve Türkçe’yi öğrenme olanakları da daha kısıtlı hale geliyor.
Almanya örneğinde olduğu gibi…
Tabii ki. 40 yıldır orada yaşayıp, “Tek kelime Almanca öğrenmedim” diye övünen bir ilk nesil vardı. Sonraki nesillerde böyle olmadı. Şimdi yaşadığın ülkenin dilini öğrenmenin ne kadar önemli olduğu anlaşıldı. Asimilasyondan değil, entegrasyondan bahsediyorum. Entegrasyon dil, adet ve örfleri öğrenmekle başlar ve her iki taraf da adım atmak durumundadır.
Bu söylemler onlar için rencide edici mi?
Evet. Onlar da Türkçe anlıyorlar. Anlamasalar da tepkileri görüyorlar. Ama hala Türkiye’ye müteşekkirler. “Bize Türkiye’nin yaptığını akrabalarımız yapmadı” diyorlar. Örneğin, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sırasında Türkiye’nin de Suriye olmasından ve hepsinin sınırdışı edilmesinden çok korktuklarını belirttiler.
Yedi yılda Türklerin bakışı ne kadar değişti?
Suriyelileri 2011’in Nisan ayında ilk almaya başladığımızda “Nasılsa birkaç ay, en fazla bir yıl sürer. Sonra geri dönüş başlar” diye düşündük. Bunun böyle olmadığı maalesef anlaşıldı. İş uzadıkça ‘misafirperverlik’ten uzaklaşmalar ve tepkiler doğmaya başladı. Bazı şehirlerde münferit ama çok üzücü olaylar yaşandı. Bu uzun süreçte Suriyeliler maalesef ayrımcılığa da maruz kaldı. Yine de, Avrupa’daki yabancı düşmanlığını ve kurumsal dışlanmayı Türkiye’de henüz görmedik.
Türkiye’deki Suriyelilerin sadece yüzde 5’i kamplarda yaşıyor. Uzun süre kamplarda kalmanın dezavantajları biliniyor. Sizce orada kalan çocukların bazı yasadışı örgütlerin eline geçmesi söz konusu olabilir mi?
Kamplar AFAD tarafından çok iyi idare edildi. Şimdi Göç İdaresi Genel Müdürlüğüne devredildi. STK’ların içeri girmesine ve mülteciler için özel projeler yapılmasına izin verildi. Yani Türkiye’deki kamplar her ne kadar kolay bir yaşam alanı sunmasa da, terör örgütlerinin sızmasına olanak tanınmadı. Zaten tüm dünyada mültecilerin yüzde 60’ı, ancak Türkiye’de yüzde 95’i şehirlerde yaşıyor. Yani, esas sorun şehirli bir mülteci nüfusunu idare etmekten geçiyor.
Gettolaşmanın getireceği bir problem yaşanır mı ileride?
Kesinlikle yaşanır. Bir an önce entegrasyon modelleri geliştirilmesi gerekiyor. Yoksa, okullardan tutun, iş hayatına, iletişime kadar farklı alanlarda daha fazla sosyal sorun yaşayabiliriz. Eğitimsiz, iş-güç sahibi olamamış ve aidiyet geliştiremeyen gençlerin suça itilmesine kadar birçok sorunla karşı karşıya kalabiliriz.
10 yıl sonrasının fotoğrafını çekelim mi? Nasıl bir Türkiye?
10 yıl sonra Türkiye demografisi ister istemez dönüşecek. Türkiye, aslında uzunca bir süredir sadece göç veren bir ülke değil; aynı zamanda daha büyük oranda göç alan bir ülke haline geldi. Değişen vatandaşlık kanunu ve göç yollarında hedef ülke olmamızdan dolayı çok kültürlü bir ülke olma yoluna gireceğiz. Ancak, bunu avantajımıza dönüştürmek için kolları sıvamalıyız.
Nitelikli Türkler gidiyor, niteliksiz Suriyeliler mi geliyor?
Giderek vasıflı göçün kolaylaştırıldığı bir düzende, elbette nitelikli insanlar dünyanın her yerinde daha çok hareket serbestine sahip. Türkiye’den de başka ülke vatandaşlığı edinme, iş ve oturma izni alma yoluyla çıkışlar var. Yüzyıllar önce İspanya ve Portekiz’den atılan ve Osmanlı İmparatorluğuna sığınan Yahudi vatandaşlarımız mesela tekrar bu ülkelerin vatandaşlığını da alıyorlar. 1989’da Türkiye’ye sığınan Bulgar Türkleri Bulgaristan vatandaşlığı da alıyor. Ama Türkiye’de beyin göçü medyada abartıldığı gibi değil. Türkiye’ye gelenler ve kalanlar sadece niteliksiz Suriyeliler değil ki, aralarında mühendisler, iş insanları, bilim insanları ve doktorlar da var. Suriyelilerin yanı sıra, Afgan, Iraklı, İranlı ve Afrikalı mülteciler ve farklı bölgelerden özellikle Orta Asya ve Doğu Avrupa’dan gelen vasıflı olsa da gelir dengesizlikleri nedeniyle ekonomik göçmenler de var.
Bir ülkenin göç alması onun kartviziti açısından kıymetli bir şey midir?
Uzun yıllardır göçün farklı boyutlarını inceleyen bir göç uzmanı olarak göçün kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta göçün giderek siyasallaştırıldığını da belirtmek lazım. Göçü popülist söylemlerle olumsuzlaştırıyor ve göçmenleri tehdit olarak algılıyoruz belki ama dünyada sadece 240 milyon göçmen var. Bu da dünya nüfusunun aslında sadece 3.3’ünü temsil ediyor. Göç iyi idare edildiğinde korkulacak bir sorun olmaktan uzak. Biz uzun bir göç geçmişi olan bir ülkeyiz. Atalarımızın Balkanlardan, Orta Doğu’dan, Kafkaslardan ve Orta Asya’dan taşıdığı nice göç hikâyeleri var. Göçün insanı ne kadar zenginleştirebileceğinin canlı örneğini bu toplumda yaşıyoruz.
Yeni projenizden bahseder misiniz?
TÜBİTAK ile birlikte ‘1003 Projesi’ni yürütüyoruz. Koç Üniversitesi olarak, Bilkent Üniversitesi ve Gaziantep Büyükşehir Belediyesi ile işbirliği içindeyiz. Amacımız, sahada ve günlük hayatta gördüğümüz örnekler ve sorunlar neticesinde, Etkileşimli Toplumsal Bütünleşme modeli adını verdiğimiz, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya da örnek teşkil edecek ve göçmen topluluklara adapte edilebilecek bir uyum modeli yaratmak istiyoruz.
Biraz açar mısınız?
Suriyelilerle ilk temas genelde belediyeler ve sivil toplum üzerinden sağlanıyor. Yerel yönetimler kilit rol oynuyorlar. Bunu Ankara da fark etti. İstanbul’da Sultanbeyli, Gaziantep’te Büyükşehir Belediyeleri ile eğitim, sağlık, barınma, iletişim, meslek, halklar arasında kaynaşma gibi konularda nasıl bir entegrasyon modeli üretebiliriz diye uğraşacağız.
Bu modelle ‘ötekileştirme’nin önüne geçilebilir mi?
Umarım. Bu proje, farklı alanlarda yerel halkla Suriyelileri kaynaştırmak için kullanılacak bir model oluşturacak. Bunun için yerel yönetimler, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, akademisyenler ve STK’larla birlikte çalışacağız. Önyargıları nasıl yıkabiliriz, hepimize düşen görevler nelerdir? Önümüzdeki yıllarda daha ziyade bunlar üzerinde konuşacağız.
Kimdir?
Doç. Dr. Şebnem Köşer Akçapar, Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi, Asya Araştırmaları Merkezi Direktörü (KUASIA) ve Göç Araştırmaları Merkezinde (MiReKoc) yönetim kurulu üyesidir. Uluslararası Göç ve Göç Sosyolojisi, Türkiye’de Aile Araştırmaları ve Güney Asya konularında ders vermektedir.