“Burası artık bizim evimiz”

01.08.2022 - 09:15
Haberi paylaş

“Karanlıktaki bu ‘ev’ benim, bu gölgeler de benim, haklarımız için direniyorum, bütün hayatım boyunca burada arkadaş ilişkisini kurmak için çalışıyorum, göç ettim, mülteci oldum, sarsıldım ama hayatı kurdum. Hayatta kalmak için bir ‘ev’ yaptım ve sahip olduğum tek şey de bu” 

James Baldwin: A Price of the Ticket (1985)

"Evde" olmak ne demektir? Başka farklılıklarla bir arada yaşayarak ne tür bir dayanışma ve uyum sağlanabilir? Egemenliğin gölgesi altında mı yaşamalıyız, yoksa üstesinden gelebilir miyiz? Yoksa onun belirsizliğine mi yakalandık? Paylaşılan yoksunluğa, ayrımcı tarihlerin var olmasına rağmen; değerler, saygı, bir araya gelerek konuşabilme umudu, hatta misafirperverlik, dostluk ve ilişkiler nasıl gelişebiliyor?

Kendime bu soruları sormamın nedeni etik nedenlerle çevriliyor olmasıdır, çünkü etrafa baktığımda evden uzakta olan tek kişinin ben olmadığımı, sayılamayacak kadar çok insanın evden uzakta olduğunu fark ediyorum. Yarın kucaklaşabilmek için bugün mücadele eden, hayatlarını sevdiklerinden uzakta yaşamak zorunda kalan insanları görüyorum. Sınırların içinde veya dışında evlerini geride bırakanların, daha sonra kendilerine dayatılan koşullarda yaşamaya devam etmek için mücadele ettiklerini sık sık görüyorum. Kendilerini farkında olmadan müzakere etmekten başka seçeneklerinin olmadığı bir konuma yerleştirdiklerini görüyorum. Genel olarak sınır boylarında tanıdığım, görüştüğüm bazı arkadaşlarım sık sık benimle şunu paylaşıyorlar. Kendilerini evlerinde hissettirebilecek tek şey olan dostluk ilişkisinin özlemini çekiyorlar. “Vatandaş olmak istemiyoruz” diyorlar. “Vatandaş olarak görülmek de istemiyoruz”, çünkü “artık biz kendimizi bu ülkede ailenin bir parçası olarak görüyoruz, artık burası bizim evimiz” diyorlar.

Kaçış, sürgün ya da göçmenlik asla sadece bir ayrılma ya da yerinden edilme hikâyesi değildir; her zaman bunun arkasında “geri dönmeyi” planlayan, bunun mücadelesini veren tarih veya geçmiş vardır, bu geri dönüş şimdiki zamana bir hatırlatma olan geri dönüştür. Bu nedenle, gecikme veya o anda olmama, sorunu olmayan geri dönüştür. Tam tersine, özellikle zamanın kendi üzerine geri geldiği tarih, anıyla ilgili olan geri dönüştür. Bu, tarihin geride bırakılan değil, sürekli geri dönen tarihin şimdi olduğunu hatırlatmak için bir geri dönüş olarak gelen zamandır. Bu nedenle, geri dönmek, tanık olarak geri gelen belirli bir andır, bizimle kalan, sadece geçen bir anı değildir. Bu sürekli geri dönüşte katılımın hesabını ve değerini göstermek için, “ev” fikrinin kendisi gibi çığır açan bir fikirdir.

Örneğin Homi K Bhabha, “Beyond the Pale Art in the Age of Multi-cultural Translation” başlıklı makalesinde bu tür konuları örneklendirir. Bhabha ölçülü olarak “miras alınan uluslar ve kültürel konum” bağlamında “ev” fikrini bir kez daha değerlendirmek için adım atar (Bhabha, 1992: 141-153). Bhabha yazısında, "ev" fikrini tam da bu sefer “sınır” alanına yerleştirmenin zamanımızın aciliyeti olduğunu varsayar (Bhabha, 1993: 62). Bunun nedeni, bugün mevcudiyetimizin çoğunun, (dün de olduğu gibi) Heidegger'in dediği üzere "sınır bir şeyin başladığı yerdir" bu sınırların üzerinde yaşamak, üzerinde hayatta kalmamızda var olmasıdır. 

“Sınır, bir şeyin durduğu şey değil, tam tersi Yunanlıların da kabul ettiği gibi, bir şeylerin başladığı yerdir, sınır…” 

Martin Heidegger: Building, Dwelling and Thinking (1993)

Buradaki "sınır" ne yeni bir ufuk ne de geçmişin geride bırakılmasıdır- her iki tarafı da müzakere etmek veya uzlaştırmak için atılan bu başlangıçlar ve sonlar arasındadır. Geçmiş ve şimdi, içeri ve dışarı, dahil etme ve dışlama arasındaki karmaşık farklılıkların ve etkileşimlerin karmaşık figürlerini sürekli olarak aşan, uzay ve zaman arasındaki özel geçiştir. Her şeyden önce, örneğin sınıra atıfta bulunulurken, Fransızca kelimesinin yorumunda çok iyi yakalanan sonsuz, huzurlu(suz) bir andır, her yerde olabilecek, orada burada, ileride geride (Bhabha, 1993: 62).

Teorik olarak da kaçınılmaz ve dolayısıyla değerli olan şey, "sınır" teriminin; varsayılan tekilliklerden veya doğrusal köken ve ilk özne anlatılarından bir kayma var. Yani, farklılıkların eklemlenmesinden kaynaklanan anlara veya süreçlere daha fazla konsantre var. Bu farklılıklar, daha sonra müzakere edici etki biçimlerini, iş birliği ve çekişme için alanları başlatan, benlik ve komünalite angajmanları sağladıkları "bir aradaki" mekanlarında bulunur (Bhabha, 1993).

Burada sınır, etkileşimleri belirleyen, taahhütler vaat eden ve misafirperverliği başlatan bir değişim olarak önemli bir geçişi temsil ediyor. Zamanımızın sınırları içinde bir şekilde yaşamak için, uzamsal etkileşimlerin hayal gücü, yan yana durma anlayışımızı terbiye eden zamansal ve sosyal farklılıkları vurgular. Şimdiki zaman artık geçmişle veya gelecekle devam etmez; aslında, aralarındaki mesafe neredeyse azalmıştır. Şimdi, Walter Benjamin'in "bu zamanda" bir "şimdi" kavramını "kurmak" olarak adlandırdığı şeyle karşı karşıyayız. Benjamin (1969 [1942]: 263).

Şimdi kültürel veya politik bir diaspora anlatısının, göçmenlerin ve toplulukların büyük sosyal yerinden edilmelerinin, sürgün veya mültecilerin acımasız düzyazısının zamanıysa. Bu anlamda "sınır" kaçınılmaz bir kavramdır ve Heidegger'in dediği gibi "bir fark köprüsünün bile geçiş yolu, köprü gibi bir araya gelmesidir" (Heidegger, 1971 [1954]: 154).

Bu nedenle, "sınır"da direnmek veya herhangi bir şekilde orada kalmak, bizi "mesken tutmaya" motive eder. Günümüze dönmenin bir yolu olarak mesken tutma yani ne olursa olsun ısrarıyla yan yana yaşamak. Bu şimdiki andır, geçmiş ve gelecek arasındaki kesin an. Geçmişle ve gelecekle, şimdinin burada ve şimdi müdahale için bir alan haline geldiği noktayla ilişkide olmaktır. Geçmişi ve geleceği, şimdinin performansını yenileyen olumsal "bir-arada" alan olarak yeniden tasavvur eder. Sonuç olarak, geçmiş-gelecek bir nostalji kaynağı değil, bir zorunluluktur. (Bhabha, 1993: 68).

Waseem Siddiqui

 

Bültene kayıt ol