Göçmenler, sığınmacılar, ya da şahsen daha sık dile getirilmesinin önemli olduğunu düşündüğüm diğer bir ifadeyle yerinden edilenler.
Yerinden edilen olmak elbette ki ağır bir insanlık dramını anlatıyor. Hatta çağımızın en büyük trajedilerinden birisi bu. Ege’nin Akdeniz’in mezarlığa döndüğü çocuk çoluk demeden insanların şişme botlarla sulara gömüldüğü ağır bir insanlık dramı.
Öte yandan belki de biraz şansı olup yani savaş, çatışma, açlık, siyasi karışıklık, diktatörlük, eşitsizlik, ekolojik felaketler gibi krizlerden sağ çıkmayı başarabilen insanları da anlatıyor göçmen olmak. Bu kısmı pek vurgulanmıyor ama “göçmen, sığınmacı ya da yerinden edilmiş” olmak sadece merhamet edilmesi gereken bir şey değil. Her şeye rağmen devam ve mücadele edebilen olmak da demektir.
Sistem göçmenleri dünyanın en önemli sorunu haline getirirken, en büyük istismarı ve en büyük sömürüyü yine göçmenlere yapmaktadır. Ölümden kaçmaya çalışan insanları vasıflı ya da vasıfsız diye kategorize etmek kapitalist sistemin vahşetinin boyutunu çok net bir şekilde açıklıyor aslında.
Yerinden edilmiş, mülksüzleştirilmiş göçmenler kapitalist sistemin ucuz işgücü oluyor, sınırların denetim ve kontrol mekanizmaları ise özel sermayenin çıkarına hizmet ediyor. Duvarları yükselten, güvenlik sistemlerini daha son model hale getiren şirketlere ihaleler yağıyor.
Bu vahşet döngüsünü göz önünde bulundurup göçmen emeğini sınıf politikalarından bağımsız ele alamayacağımızı görmemiz gerekli. Çünkü göçmenler uluslararası işçi sınıfının önemli bir parçasıdır.
Kapitalist sistem göç olgusuyla palazlanırken korku ve tedirginlik pompalar, göçmen nefretini ve ırkçılığı yaymayı ihmal etmez. Irkçı nefretin peşine takılan kitleler büyüdükçe, göçmen krizini fırsata çevirenlerin cebi dolmaya devam ediyor. Ayrıca göçmen nefretinden başka hiçbir söylemi olmayan ve siyasi rant peşinde koşan manipülatörler güçleniyor. Göçmenler iç ya da dış siyaset malzemesi olarak kullanılmaya devam ediyor.
Şunu unutmamalıyız ki insan haklarıyla insandır. Sığınmacıların temel hak ve özgürlüklerini hiçe sayanlar, tartışmaya açanlar açıkça nefret suçu işlerken şu soruyu sormak çok önemli:
Göçmen nefreti sadece göçmen nefreti midir?
Cevap belli aslında. Göçmen nefreti sadece göçmen nefreti değildir.
Suriye’deki iç savaşla birlikte ülkemize gelen sığınmacılar daha ilk günlerden itibaren nefret söylemiyle karşılaştılar. Bunun önemli nedenlerinden biri Arap olmalarıdır. Ülkedeki ulusalcıların Arapfobik olduğunu Suriye’de iç savaş çıkmadan önce de biliyorduk. Yani bu kesim için Arap nefreti yaymak yeni bir şey değildi. Savaş ve göç bahanesi ile ideolojilerini güncellemiş oldular.
Diğer taraftan muhafazakar kesimin din kardeşliği ya da ensar-muhacir gibi dini referanslı göçmen sempatisinin yarattığı olumlu hava, iktidarın birbirini tutmayan açıklamaları, uygulamalarıyla ve doğru dürüst bir göçmen politikasının da olmamasıyla değişmiş, son dönemde günden güne derinleşen sefalet ve ekonomik krizle günah keçisi bulma yönüne sapmıştır. Bu noktada şunu açıkça söyleyebiliriz ki otoriter Türkiye’de hangi kesimden olursa olsun- gerçekten antifaşist olan küçük bir grup hariç- sorunların faturasını göçmenlere yıkmak bir konfor alanı haline gelmiştir. Ülkede sadece ekonomik kriz derinleşmiyor, demokrasi ve hukuk krizi de derinleşiyor. Haliyle bu konfor alanından konuşma kolay. Çünkü hiçbir yaptırımı yok. Göçmenler hakkında istediğiniz kadar hakaret edebiliyorsunuz, sosyal medyada yalan yanlış bilgilendirmeler yapıp yayabiliyorsunuz. Ve hiçkimse size bunu yapamazsın, ırkçılık suçtur demiyor. Ceza almıyorsunuz. Sorunların gerçek müsebiblerine laf edemeyen herkes bir ağızdan toplumdaki en mağdur insanlara ağzına geleni söyleyebiliyor. Bütün bu manipülasyonlar sonucunda göçmenlere saldırılar düzenleniyor ve kavga eden iki kişiyi ayırmaya çalışan bir göçmen sadece suriyeli olduğu için öldürülebiliyor. Her hafta bir göçmen işçinin öldürüldüğü haberini okuyoruz. Toplumun büyük kesimi ve ana akım medya bu haberlere sırtını dönmüş durumda.
Suçun bireysel olduğunu söylemekten vazgeçmiyoruz. Göçmenlerin ister Suriyeli olsun ister Afgan ya da Somalili yekpare topluluklar olmadığını işlenen suçun bireyle alakalı olduğunu genelleme yapılamayacağını anlatmaktan dilimizde tüy bitiyor. Buna rağmen göçmenler suç makinesiymiş gibi hedef gösterilmeye devam ediyor.
Türkiye’de gitsinler siyaseti diye bir şey var. Yüzlerce yıl bu topraklara kök salmış insanlar başta olmak üzere “beğenmedikleri” herkesin gitmesini istiyorlar.
Tüm göçmenler gitsinler diyenlere sorsanız Rumları da iyi ki gönderdik derler. Yahudilerin de gitmesi de iyi oldu, zaten her taşın altından Yahudiler çıkıyor derler. Ki bugün 21 Haziran Trakya’da 88 yıl önce Yahudilere karşı gerçekleştirilmiş olan Trakya pogromunun yıl dönümü. 1934 yılının Haziran ayında 15 gün boyunca Trakya’da Yahudilere yönelik gerçekleştirilen saldırılar sonucu binlerce Yahudi Trakya’yı kalıcı olarak terk etmiştir.
Ermeniler ölsün isterler, Kürtler ya sevsin ya terk etsin diye devam ederler. Göçmenler gitsin diye karşımıza çıkanları tarihte başka kılıklarla gördük zaten onları iyi tanıyoruz. Onlara göre Türkiye’de ırkçılık da asla ve kata yoktur.
Mesela bir belediye başkanı Nazi uygulamalarını hayata geçiriyor ve partisi onu zar zor disipline sevk ediyor. 4 Suriyeli işçi uykusunda yakılarak öldürülüyor yer yerinden oynamıyor. Şüpheli bir şekilde ölen Nadira Kadirova’nın göçmen bir ev işçisi olduğu için mi kolay hedef seçildiği tartışılmıyor. Savaşmak yerine ülkemize gelen Suriyelilerin Yahudiler gibi gaz odalarında öldürülmesini istiyorum diyenle de karşılaşıyorsunuz. Gururla İstanbul kültür başkentidir diyenler bir bakıyorsunuz kafasına göre tabela avcılığı yapmaya başlıyor. Ankara’da Somalililerin işlettiği bir cafe ağır ırkçı baskıya uğruyor.
Göçmen nefreti asla sadece göçmen nefreti değildir. Göçmen nefreti ırkçıdır, işçi düşmanıdır, cinsiyetçidir, homofobiktir.
Tam da bu nedenle göçmen nefretini geriletmekten başka çaremiz yok.
Ülkenin ekonomik gidişatı hakkında hepimiz kaygılıyız. Her gün cebimizdeki para daha da azalıyor ama bunun nedeni göçmenler değil. Yoksullukla mücadele edelim, yoksul göçmenlerle değil. Irkçılığın bu kadar içselleştirilmesine hayır diyelim. Hep birlikte mücadele edelim.
Son olarak beni çok etkileyen bir şeyi aktararak sözlerime son vermek istiyorum.
Atina’da bir duvar yazısı görmüştüm, antifaşit rap şarkıcısı Pavlos Fisas’ın neonaziler tarafından öldürülmesinden sonra. Şöyle yazıyordu: Mülteciler öldürülürken sessiz kalmasaydınız, Pavlos Fisas şimdi yaşıyor olacaktı.
Melike Karaosmanoğlu