Esad rejiminin düşüşü Filistin mücadelesi için ne anlama geliyor?

21.01.2025 - 12:02
Haberi paylaş

Esad rejiminin düşüşü hem Filistinli eylemciler içerisinde hem de daha geniş Filistin dayanışma hareketi içinde, iki ayrı uçta tepkilere neden oldu. Bir eğilim Esad rejiminin çöküşünü bir felaket olarak gördü. Rejimin çöküşü Lübnan’da İsrail’e karşı savaşan Hizbullah’a verilen zararı daha da kötü hale getirdi. Bu görüşe göre Direniş Ekseni’nin -İran’ın ve desteklediği milislerin- zayıflaması Filistin özgürlük hareketi için büyük bir gerileme anlamına geliyor. Başkaları ise HTŞ lideri Muhammed El Colani’nin Sünni Müslümanların Araştırmacı Zain Hussain’in ifadesiyle, “bölgede büyük bir güç olarak ortaya çıkmasını ve Filistin’in direnişi için çalışmasını” sağlayacağını ileri sürerek Esad’ın düşüşünü kutladılar. 

Bu iki tamamen zıt açıklamanın ortak özelliği, odak noktalarının “yukarıdan” kurtuluş stratejileri olmasıdır. Ancak Suriyeli isyancıların başarısı “aşağıdan” direniş konusundaki tartışmaların canlanmasını sağladı. Esad’ın düşüşü hem Suriye’de hem de genel olarak Ortadoğu’da kitle eylemliliklerini ve halk direnişini yeniden inşa etmek için fırsatlar yaratabilir. Bu tartışmalar, İsrail güçlerinin işledikleri korkunç suçlarını tırmandırdığı bir zamanda yürütülüyor. Gerçekten de, Esad’ın devrilmesinin ardından yaşananlar İsrail’in bölgesel genişleme yönündeki arzularına yeni kanıtlar sundu; İsrail Suriye’nin başkenti Şam’a hakim konumdaki Hermon dağını ele geçirdi. 

Esad’ın düşüşüne giden uzun süreç, Filistinlilerin özgürlüğü mücadelesinin iki temel özelliğini bir kez daha açığa serdi. İlki, İsrail güçleriyle konvansiyonel askeri rekabete dayanan stratejilerin zayıflığı. Bu stratejiler doğal olarak bölge devletlerinin desteğine bel bağlıyor. İkincisi ise Filistin devrimini ait olduğu yere -yani bir uçtan diğerine bütün bölgedeki sıradan insanların kendilerini özgürleştirme mücadelesinin merkezine- yerleştiren alternatif bir strateji. 

Bunun başarıya ulaşma şansının artması için örgütlü işçilerin aktif ve bilinçli katılımı gerekiyor. Bunun için ise işçilerin ve yoksulların kendilerini devletten bağımsız bir şekilde örgütleyebilecekleri siyasal bir alana ihtiyaç var. Yalnızca bu koşullarda kitleler Filistin’in özgürlüğünü kendi taleplerinden biri haline getirebilir ve bölgedeki tiranların devrilmesini, kendi zaferleri için gerekli bir adım olarak görebilirler. 

Esad rejiminin çöküşü, İsrail saldırganlığına karşı konvansiyonel savaş araçlarını kullanan bölge devletlerini dayanak olarak kullanmaya bel bağlamanın sınırlarını bir kez daha gösterdi. Pek çok kişinin umutlarının aksine Direniş Ekseni, İsrail’in ve onun batılı destekçilerinin askeri kapasitesiyle boy ölçüşemedi. Eğer Hamas, 7 Ekim saldırılarıyla diğer bölge devletlerinin seferber olmasını ve kendisinin kuşatma altındaki savaşçılarının arkasından İsrail güçlerini bozguna uğratmasını hedeflediyse, şu ana kadar bu gerçekleşmedi. İran’ın ve Hizbullah’ın liderleri, Gazze’ye yapılan vahşi saldırıya tepki olarak İsrail ile olan füze savaşını tırmandırmakta tereddütlü davrandı. 

Hizbullah’ın ve İran’ın liderlerinin, İsrail’deki mevkidaşlarına göre daha büyük kısıtlamalar altında çalıştığı çok açıktı. Onların tereddüdü İsrail ordusunun Hizbullah’ın deneyimli liderliğini tek tek öldürmesi ve Lübnan’ı bombardımana tutarak ateşkese zorlaması için fırsatlar yarattı. Direniş Ekseni, İsrail’in batı destekli ateş gücünü geride bırakmak için üyelerinin askeri kaynaklarını bir araya getirmekte başarısız oldu. 

Öte yandan, eğer 7 Ekim saldırıları asıl olarak, İsrail ile onu çevreleyen Arap devletleri arasındaki normalleşmeyi engelleyerek Filistinliler için daha elverişli koşullarda yürütülecek müzakereleri teşvik etmeyi amaçlayan diplomatik bir kumardıysa, bu haliyle de yanlış hesaplama örneğiydi. İsrail’in soykırımı Suudi Arabistan – İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesini en azından kısa vadede zorlaştırdı. 

2020 yılındaki normalleşme çabası olan Abraham Anlaşmalarının uygulanması daha zor olacak. Ancak bu saldırılar aynı zamanda Batılı güçlerin, kendi vatandaşlarının önemli bir düzeyde buna karşı çıkmasına rağmen, İsrail’e olan siyasal desteğinin derinliğini de gözler önüne serdi. İsrail liderliği şu ana kadar, asıl önemli olan alanda yani batılı müttefikleri ile başlıca silah ve askeri ekipman tedarikçileri arasında tam bir siyasi dokunulmazlığın keyfini sürmektedir.

Yazar Tarık Ali gibi bazı kişiler, Esad’ın düşüşünün, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye yönelik, yeniden canlandırılan bir planın parçası olarak Türkiye, İsrail ve Körfez ülkelerinin artık Suriye’yi parçalayabileceği anlamına geldiğini öne sürüyor. Türkiye’nin Esad’ın çöküşünden faydalandığı ve bu çöküşte temel bir rol oynadığını açık olsa İsrail’in de kendi amaçları var. İsrailli yetkililerin Türk silahlarının HTŞ'ye devredilmesine ilişkin endişelerinin de gösterdiği gibi, bunların gelecekte çatışma yaratma potansiyeli var.

Peki bu yenilgiler, İsrail’in Hamas ve diğer direniş grupları üzerinde kesin bir zafer kazandığı anlamına mı geliyor?

ABD, Vietnam ve Kamboçya’da napalm bombaları atarak, ormanları yok ederek ve bombalayarak, benzer bir vahşet ve görünürde dokunulmazlıkla hareket etti, ancak sonunda yine de kaybetti. Fransız sömürge güçleri, 1954’teki Cezayir nüfusunun en az onda birini öldürdü, ancak başarısız oldu.

İsrail güçleri, üstün ateş gücüne sahip olmasına rağmen, Güney Lübnan ve Gazze’deki direniş savaşçılarını yok etmeyi başaramadı. Dahası, Suriye’deki işgali genişletmeleri yeni bir isyan yaratacaktır. İsrail askerleri, yakın zamanda ele geçirilen bölgelerde, topraklarının işgalini protesto eden Al-Suwisa köyünden yedi kişiyi vurarak yaraladı. Bu, birçok olaydan sadece biri.

İsrail’in zaferini sınırlayan diğer bir faktör ise mülksüzleştirilmişlerin öfkesi ve hiddetidir. Bu, aşağıdan ulusal kurtuluş hareketlerini güçlendirebilir. Gidecek başka yeri olmayanlar, hiçbir zaman bir kaçış yolu imkanına parası yetmeyenler, ele geçirilemez hale gelirler. Liderler daha üst toplumsal sınıflardan gelse de Filistin mülteci kamplarının bu kadar çok savaşçı nesli yetiştirmiş olması tesadüf değildir. 

Bu öfke, kesinlikle Batı Şeria'daki Cenin mülteci kampında da mevcut. Burada, son dönemde artan çatışmalar ve direnişle birlikte bir tür sınıf savaşının dinamiklerinin ortaya çıktığını görmek zor değil. İsrail, İkinci İntifada sırasında Cenin’i harap etti ve burayı defalarca bombaladı. Burası aynı zamanda Batı Şeria’nın en yüksek yoksulluk ve işsizlik oranlarına sahip bölgelerinden biri. Filistin İslami Cihadından El Fetih partisinin El Aksa Şehitleri Tugaylarına kadar farklı grupların güçlerini birleştirmesiyle yeni direniş oluşumları ortaya çıkıyor. 

Kampa yönelik son saldırılar, birkaç savaşçının kaçırılması ve suikasta uğraması, İsrailliler tarafından değil, Filistin Ulusal Yönetimi'nin (FUY) askerileştirilmiş polis gücü tarafından gerçekleştirildi. Genç erkek ve kadınlar kitlesel protestolar düzenledi, FUY’nin zırhlı polis araçlarını kuşatarak güvenlik güçlerini hain ve işbirlikçi olmakla suçladılar.

Ramallah yakınlarındaki El-Am’ari, Tulkarem ve El-Halil gibi diğer kamplar da, FUY’nin soykırım ve yerleşimci sömürgeciliğe karşı mücadelede bir engel olduğu sonucuna varıyor.

Esad’ın çöküşünün anlatısı, Filistin mücadelesinde yankı uyandırıyor. HTŞ’nin askeri saldırısının siyasi cazibesinin bir kısmı, sürgünde ve yoksulluk içinde yaşayan mültecilerin dönüşüne dair güçlü anlatıdan kaynaklanıyordu. İdlib şehrinden, on yıl önce terk etmek zorunda kaldıkları bölgelere doğru yürüyen savaşçıların görüntüleri, Suriyelilerin hafızasında yıllarca yer edecek.

Filistinli yazar Ahmad Ibsais, bu görüntülerin birçok Filistinli için özel bir anlam taşıdığını belirtiyor: “Suriyelilerin evlerine dönmesinin görüntüleri, bizim kolektif bilincimizde derin bir şeyi harekete geçirdi—bir dönüş olasılığı, yeniden bağlanan yollar, insanların evlerine yürümesiyle silinen sınırlar.”

Ancak Esad sonrası Suriye’de birçok çelişki bulunuyor. Sürgündeki sıradan savaşçıların çıkarları ile devlet mekanizmasına kendini entegre etmeye ve bu mekanizmayı küresel sisteme dahil etmeye kararlı olan Colani liderliği arasında potansiyel gerilimler var.

Colani’nin İsrail’e karşı pragmatizmi, kısmen eski Filistin Ulusal Yönetimi lideri Yaser Arafat’ı uzlaşmaya ve ihanete yönlendiren aynı tür baskıların bir sonucudur. Yıkılmış evleri yeniden inşa etmek, hükümet çalışanlarının maaşlarını ödemek ve silahlara erişim sağlamak için belirsiz müttefiklere ve tutarsız dostlara makul bir yüz sunma baskısı, Filistin örneğindekinden bile daha hızlı bir şekilde etkisini gösterebilir.

HTŞ’ye karşı temkinli olunması ve Filistin kurtuluşundaki rolüne şüpheyle yaklaşılması için başka nedenler de vardır. Bunlardan biri, Colani gibi figürlerin şovenist ve mezhepçi eğilimleridir; onlar Filistin davasından çok bölgedeki İran etkisiyle mücadeleye odaklanmaktadırlar. HTŞ liderliğinin kadın hakları gibi konulardaki gerici politikaları ve inşa etmek istedikleri otoriter devlet yapısı, özgürlük için çok büyük bir mücadele veren Suriyeliler için bir tehdit oluşturmaktadır.

Esad’ın devrilmesi tartışmasını iki farklı elit stratejisinin “devrimci” potansiyelinin değerlendirilmesine indirgemek sorunlu bir yaklaşım. Bu yaklaşım, Filistin mücadelesinin Suriye’deki 2011 devriminden alabileceği üç önemli dersi gölgeleme riskini taşır.

Birinci ders, Suriye’deki ayaklanma, mülksüzleştirilmiş ve dışlanmış olanların öfkesinden güç bulduğudur. Büyük şehirlerin yoksul banliyöleri, devrimci seferberlikler için hayati kaynaklar olarak işlev gördü ve rejimin baskısına karşı sığınak ve umut alanları haline geldi. Bu bölgeler, meydan okumalarının bedelini kuşatmalar, açlık, bombardıman ve sürgünle ağır bir şekilde ödediler ancak asla pes etmediler. Koşullar elverdiğinde, sıradan insanlar temel özgürlükleri ve sosyal adaleti talep etmek için yeniden örgütlenmeye başladılar.

İkinci ders, Şam’ın güneyindeki Yermuk’teki Filistin topluluğunun kaderi, sıradan Filistinliler için bir halk devrimi sırasında “tarafsızlık” veya “müdahale etmeme” durumunun imkansızlığını göstermesidir. 2011 yılına gelindiğinde Yermuk’teki asıl kamp, çevresindeki işçi sınıfı banliyölerine entegre olmuştu ve tüm zorluklara rağmen Filistinli kimliği korunuyordu. Devrime katılmak isteyen Filistinliler, katliamla veya tekrar mülteci olmakla tehdit ediliyordu. Buna rağmen, birçok Filistinli, içgüdüsel ve koşulsuz olarak kendilerini devletin karşısında halkın yanında gördü ve buna göre hareket etti.

Bu nedenle, kamp ilk olarak Esad rejimiyle müttefik olan Filistin gruplarına, örneğin Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık’a (FHKC-GK) karşı patladı. Bu silahlı grubun liderliği esasen Esad’ın Baasçı devleti için paralı asker olarak hareket etti. İlk büyük çatışma, FHKC-GK’nin Haziran 2011’de işgal altındaki Golan Tepeleri sınırında bir gösteri için genç eylemcileri toplamasının ardından yaşandı. İsrail güçleri, yirmiden fazla Filistinliyi vurarak öldürdü.

Cenazeler, Yermuk sokaklarına otuz bin kişiyi döktü ve öfke Suriye rejimine yöneldi. Protestocular, FHKC-GK’yi, dikkatleri Esad yönetimini protesto eden eylemlere karşı giderek acımasızlaşan baskılardan uzaklaştırmak için Yermuk’un gençlerinin hayatlarını harcamakla suçladılar. Bu protestolar o zaman altı haftadır devam ediyordu ve medya raporlarına göre, FHKC-GK milisleri kalabalığa ateş açtı.

Suriyeli-Filistinli yazar Nidal Betare, daha sonra Haziran 2011’de Yermük’teki cenaze protestosu sırasında yaşadığı yoğun özgürlük hissini hatırladı:

“O gösteride, özgürlük kelimesini kalbimin derinliklerinden haykırdığımı fark ettim, çünkü onu çok istiyordum: ona hasrettim. Ayrıca, Filistin’in, rejimin 30 yıllık hayatım boyunca ağzımıza takılan bir dizginden başka bir şey olmadığını fark ettim. Çok slogan attım ve o dizgini parçaladım.”

Takip eden yıllarda, Esad rejiminin halka karşı savaşı giderek daha da yoğunlaştı. Aralık 2012’de, Suriye hava kuvvetleri ilk kez Yermuk’u bombaladı ve kampta kalanların çoğunu bölgeden kaçmaya zorladı. Ertesi yıl, rejim bölgeyi kuşattı ve hem siyasi hem de silahlı direnişi kırmak amacıyla Suriye hükümetinin “teslim ol ya da açlıktan öl” politikasını uyguladı.

On yıl sonra İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde Filistinlilere dayattığı dehşetle olan korkunç benzerlikler açıkça görülüyor.

Üçüncü önemli ders şudur: Dışlanmışların ve mülksüzleştirilmişlerin öfkesi, rejimi yıkmak için tek başına yeterli değildi. Suriye deneyiminde eksik olan şey, sokaklardaki devrimci eylemlilik ile işyerleri arasındaki organik bağlantıydı.

Bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin yokluğu yıkıcı sonuçlar doğurdu. Devrim, Esad rejiminin kamu sektörü işyerlerini, okulları, hastaneleri ve kamu meydanlarını propaganda platformları olarak kullanmasını engelleyemedi.

Sonuç olarak, başkentin merkezindeki gündelik hayatı durdurmayı başaramadı. Tunus ve Mısır’daki gibi, devrim Suriye toplumunun tamamına artık bir taraf seçme zamanının geldiğini dayatamadı.

Örgütlü işçilerin müdahalesi, büyük ölçekli devlet şiddetini engellemez. Ancak, 2011’deki Tunus ve Mısır devrimlerinde ve 2019’daki Sudan devriminde görüldüğü gibi, Esad rejiminin Suriye’de halk hareketi parçalamak için kullandığı türden ölümcül gücün kullanılmasını sınırlayabilir veya geciktirebilir.

2011’de olduğu gibi, Filistin direnişiyle dayanışma grevleri, gidişatı değiştirme potansiyeline en çok sahip olan araçtır. Grevler, sokak protestolarından farklı bir artış dinamiği yaratır. Ulaşımı ve kamu hizmetlerini aksatması, malların ithalat ve ihracatının durması veya bankacılık sistemi aracılığıyla para akışının bloke olması tehdidini yaratırlar.

Avrupa ve ABD’de, büyük ölçekli Filistin hareketlerinin umut verici sonuçlarından biri, işyerinde harekete geçme çabalarıdır. ABD ve Hollanda’daki üniversite çalışanlarının grevleri, Filistin direniş kamplarına yönelik baskılara meydan okudu. İtalya’daki SI Cobas sendikası, Filistinli eylemcilerin oluşturduğu Giovanni Palestinese d’Italia ağı ile birlikte grevler, silah fabrikası eylemleri ve liman ablukaları düzenledi.

Britanya’da, işyerlerinde eylem günleri grev yerine daha çok protestolar ve sembolik iş bırakmalar şeklinde gerçekleşti. Ancak bazılarına etkileyici sayıda işyerleri katıldı.

Şu anda Filistin kurtuluşu için işçi mücadelelerinin yeniden canlanmasının en büyük etkiyi yaratacağı yerin Mısır olduğu konusunda hiçbir şüphe yok. Şam’dan esen soğuk bir rüzgâr, Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’nin saraylarının koridorlarında dolaşıyor.

Mısır devleti, bir diktatörün devrilmesini kutlamaya cüret eden Suriyelileri tutuklamakla meşgul. Çünkü onların özgürlük umutlarının bulaşıcı hale gelmesinden korkuyor. Medya, Baasçı işkence makinesinin vahşetlerine dair kanıtları “çürütmeye” çalışmak için aşırı bir çaba içinde, çünkü Şednaya ve Kahire yakınlarındaki Tura Hapishanesi arasındaki benzerlikler açıkça ortada.

Mısır’da, çoğunluk ezici bir yoksulluk içinde yaşarken, zenginleşmiş elit Gazze’deki soykırıma derinden ortak. Bu çelişkiler henüz rejimi tehdit eden bir protesto veya grev hareketine dönüşmedi.

Eğer bu gerçekleşirse, böylesi bir gelişme Ortadoğu’daki durumu dönüştürerek, Gazze’deki Filistin direnişi üzerindeki baskıları hafifletmek için muazzam imkanlar yaratır.

Anne Alexander-Ramsis Kilani

Socialist Worker’dan Onur Devrim çevirdi.

Bültene kayıt ol