Derleyen: F. Levent Şensever
Cumhuriyetçi Parti, yaklaşık son 40 yıldır başta ülkenin eyaletler düzeyindeki yargı ve yasama organları olmak üzere, ülkenin yönetimini ele geçirmek üzere adımlar atıyor. 1980 yılında Ronald Reagan başkan seçildiğinde, ülkede 29 eyaletin yasama organları Demokrat Parti tarafından kontrol edilirken, 15’i Cumhuriyetçiler ve geriye kalan birkaç eyalet de bağımsızlar tarafından kontrol ediliyordu. Aradan geçen süre içinde ve özellikle de 2020 yılındaki genel seçimlerin ardından bu tablo tersine döndü ve eyaletler düzeyindeki devlet yasama ve yürütme organlarının 30’u Cumhuriyetçilerin ve 18’i Demokratların kontrolüne dönüştü.
Cumhuriyetçilerin bu planları sadece eyaletler düzeyinde kalmadı. Trump’ın son genel seçimleri kaybetmesinin ardından, Cumhuriyetçilerin ulusal Kongre’yi ele geçirmek üzere atılan adımları hızlandı. Bunun için Cumhuriyetçilerin hakim olduğu eyaletlerde seçmen bölgelerinin yeniden düzenlenip, seçmenlerin oy vermelerini zorlaştıran yasal düzenlemeler yapılarak, geleneksel olarak Demokratlara daha yakın olan başta siyahlar olmak üzere, Amerikalı azınlık mensuplarının oy vermelerini mümkün olduğunca zorlaştıran adımlar atıldı. Bir yandan da Kongre’deki dengeleri değiştirecek hamleler yapıldı. Bu adımlar arasında, 6 Ocak 2021’de Biden’ın başkanlığı devralmasını engellemek üzere, aşırı sağcı militanların Trump ve dönemin Beyaz Saray yönetimi tarafından yönlendirilerek, kanlı bir girişimle Kongre’yi basmaları ve bu şekilde seçim sonuçlarının onaylanmasının engellemesi çabası gibi yasadışı terör girişimleri dahi oldu. Bunun dışında, Trump ve destekçisi siyasetçiler gerek federal düzeyde gerekse seçimi kaybettikleri eyaletler düzeyinde seçimlerin iptaline ilişkin onlarca dava açtı.
Gelinen noktada, yürütmeyle ilgili Beyaz Saray’da kontrolü Demokratlar sağlarken, Kongre’nin iki yasama organından biri olan Senato çoğunluğu Demokratlara, Temsilciler Meclisi ise Cumhuriyetçilerin kontrolüne geçti. Kongreyi oluşturan Temsilciler Meclisi ve Senato’nun toplamından oluşan Kongre’de ise Cumhuriyetçiler çoğunluğu sağladı.
Cumhuriyetçilerin devletin kontrolünü ele geçirme planları içindeki diğer önemli bir başarı da gerek eyaletler gerekse merkezi devlet düzeyinde yargı organlarının çoğunu ele geçirmiş olmaları. Bunlar arasında en önemlisi kuşkusuz ülkenin Yüksek Mahkeme’si. Bu organdaki 9 yargıçtan 6’sı Cumhuriyetçiler ve 3’ü Demokratların atadığı yargıçlardan oluşuyor. Her iki partinin de kendi ideolojilerine yakın yargıçları atadığı düşünülürse, Yüksek Mahkeme’de alınacak kararların çoğunun Cumhuriyetçiler lehine çıkması gibi bir durum söz konusu ki son dönemde mahkeme tarafından alınan önemli kararlar da bu yönde sonuçlandı.
Cumhuriyetçi Parti’nin oluşturduğu tehlikenin bir başka boyutu da son yıllarda partinin kontrolünün aşırı sağcı kanada geçmiş olması. Kongre'de temsil edilen Cumhuriyetçi Parti'nin üç kanadı, ekonomi politikaları konusundaki muhafazakarlar, ırkçı 'kültür savaşçıları' ve demokrasi karşıtı aşırı sağcı Trumpçılar, son dönemde özellikle finansal konulardaki ideolojik tutumlarıyla bir araya gelmiş durumdalar. Aşırı sağcı kanadın ideolojik görüşleri arasında, devletin ekonomik alandaki rolünün minimuma indirilmesi merkezi bir yer alıyor. Bu durum, Demokratların federal yönetimi üzerinde devlet kurumlarının kilitlenmesine yol açacak şekilde büyük baskılar oluşturması büyük bir olasılık. Bu nedenle de devlet organlarının finansmanının büyük açıklar verdiği ABD’de, Cumhuriyetçiler tarafından – savunma hariç – devlet organları için ayrılan bütçelerin azaltılması yönündeki baskıların, önümüzdeki aylarda ülkedeki devlet kurumlarının kilitlenmesine yol açacak olması sürpriz olmayacak. Cumhuriyetçilerin bastıracağı kesintilerin ilk hedefi ise federal devletin denetimi altında olan sosyal sigorta ve ‘Medicare’ olarak adlandırılan sosyal sağlık güvencesi olacak.
Geçtiğimiz kasım ayında gerçekleşen ara seçimlerde, Cumhuriyetçiler ABD Kongresi’nde çoğunluğu ele geçirmesinin ardından, Kongre Sözcüsü olarak seçilen ilk kadın olan Demokrat Partili Nancy Pelosi’nin sözcülük görevini Cumhuriyetçi bir adaya devretmesi gerekti. Kongre sözcülüğü, aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin Kongre’deki temsilcilerinin liderliği anlamına geliyor.
Kongre’de gerçekleştirilen yeni sözcü seçiminde, Cumhuriyetçi Kongre Temsilcisi Kevin McCarthy adaylığını koydu. Ancak, Kongre’de çoğunluğu elinde tutmasına karşın Cumhuriyetçi partililer arasındaki siyasi kutuplaşmalar ve aşırı sağcı kanadın politik duruşu nedeniyle McCarthy’yi desteklememesi sonucu, yapılan seçimin ilk 14 turunda gerekli çoğunluk sağlanamadı; parti içi kanatlar arasındaki sıkı pazarlıklar sonucu ancak 15’inci turda seçilebildi. Bir adayın 14 tur boyunca seçilememesi Kongre’de son 100 yıldır ilk kez gerçekleşti.
Cumhuriyetçi Parti içindeki ideolojik bölünmeyi yansıtan bu kilitlenme, parti içinde çeşitli kanatlar arasındaki kutuplaşmanın boyutunu yansıtır nitelikteydi. Öte yandan bu kilitlenmenin asıl odaklanılması gereken yanı, McCarthy’nin 15’inci turda seçilebilmesinin, kendisini bloke eden aşırı sağcı Cumhuriyetçi kanadın blokesini kaldırmasına ilişkin taleplerini kabul etmesi sonucu gerçekleşmiş olması. Bir başka deyişle McCarthy, sözcü olarak seçilebilmesi için partisinin aşırı sağcı kanadına tavizler vermek zorunda kaldı. Bu durum, McCarthy’nin henüz görevine başlamadan önce sözcü pozisyonunu önemli derecede zayıflatırken, aşırı sağcı kanadın pozisyonunu güçlendirdi. Nitekim, McCarthy'yi Cumhuriyetçi partililer arasında en şiddetli eleştirenlerden biri olan aşırı sağcı Kongre Temsilcisi Matt Gaetz, henüz seçimler sonuçlanmadan önce yaptığı bir konuşmasında, “McCarthy kazansa bile, yetkilerinin Amerikan Temsilciler Meclisi'nden çok İngiliz Avam Kamarası'ndaki sözcünün yetkilerine düzeyinde olacağını,” belirtti. Başka bir deyişle, McCarthy'nin güçlü bir parti liderinden çok, sembolik bir figür olacağının altını çizdi.
Bilindiği gibi, Montreal kentinde düzenlenen BM Biyoçeşitlilik Konferansı’nda (COP15) katılımcı yaklaşık 190 ülke, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi çerçevesinde bağlayıcı olmayan bir anlaşmayı imzaladı. İmzalanan bu anlaşma, bilim insanları ve aktivistler tarafından bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Zira söz konusu anlaşma, hayvan ve bitki türlerinden nehirlere, dağlardan tüm coğrafyalara kadar doğanın ve içerdiği her bir varlığın, insanlarınkine benzer doğal haklara sahip olduğunu tanıyan ilk uluslararası anlaşma olma özelliğini taşıyor.
Anlaşma, insan hakları, yerli halklar, yerel toplulukların hakları ve cinsiyet eşitliğini de kapsayan geniş bir çerçeveye sahip. Bundan önceki biyoçeşitlilik üzerine anlaşmalar, konuyu sadece insan hakları çerçevesiyle ele alıyordu.
Ancak, anlaşmanın katılımcı ülkeler açısından bir bağlayıcılığının olmaması, anlaşma kapsamında belirlenen hakların korunmasının ve hedeflerin yerine getirilmesinin taraf ülkelerin inisiyatifine bırakılmış olması anlamına geliyor. Oysa biliyoruz ki, kapitalist ülkeler gerek diğer ülkelerle içinde bulundukları kaynakların paylaşımına ilişkin rekabet gerekse ‘ulusal çıkar’ saikleri nedeniyle, zorunlu olmadıkları sürece sermaye sınıfının doğrudan çıkarlarına hizmet etmeyen makro düzeydeki adımları atmaktan imtina ediyor. Nitekim, BM’nin konuyla ilgili bundan önceki son anlaşması, 2010 yılında gerçekleşmiş ve bu anlaşma çerçevesinde 2020 yılına kadar türlerin yok olma hızının yarıya indirilmesi, kara ve deniz alanlarında korunan habitatların genişletilmesi gibi kararları içeren 20 hedef belirlenmişti. Ancak anlaşmanın tarafı ülkeler bugüne kadar belirlenen tek bir hedefi bile gerçekleştirmedi.
Kapitalist ülkeler, kapitalist üretim tarzı, piyasa ekonomisi ve tüketim alışkanlıklarından kaynaklı insan faaliyetlerinin, günümüzde yaşanan bitki ve hayvan türlerinin hızlı yok oluşunun başlıca sorumlusu olduğu gerçeğinin farkında oldukları kuşkusuz. Ancak buna rağmen, sorunun başlıca sorumlusu olan ülkelerin çözüm konusunda adım atmıyor olması, aktivistlerin tepkilerine yol açıyor.
Keza, bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre türlerin yok oluş hızı, insanların bu tür faaliyetlerinin söz konusu olmadığı doğal koşullara göre yaklaşık bin kat daha hızlı gerçekleşiyor. Gezegende yaşayan insanlar dışındaki diğer türlerin neslinin tükenmesine neden olan insan rolünün ortaya çıkardığı ahlaki sorunların yanı sıra, ekonomik saiklerle ekosistemlerin yok edilmesi, milyonlarca insanın barınma, sağlık ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarının kaynağını oluşturan yerel habitatlar ve geçim kaynakları üzerinde de ciddi olumsuz sonuçlar doğuruyor.
Biyoçeşitlilik kaybının günümüzdeki seviyesi, insanlık tarihinin en yüksek seviyelerinde. Günümüzde küresel düzeyde türlerin yok olma oranı, son 10 milyon yılın ortalamasından yüzlerce kat daha yüksek. Dünyanın birçok bölgesinde, topluluklar doğal yaşamı ciddi şekilde tehdit eden sürekli aşırı sıcaklarla karşı karşıya. Yeryüzünde, yarım asır kadar önce yaklaşık 12 milyon insan, 29 santigrat dereceden daha yüksek yıllık ortalama küresel sıcaklıklara maruz kalıyordu. 2020 yılında gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, aşırı sıcaklara maruz kalan insan sayısının 2070 yılına kadar 3,5 milyar kişiye çıkabileceğini gösteriyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in ifade ettiği gibi, “günümüzde insanlık, türlerin kitle imha silahı haline geldi.” Bunun önüne geçilmesinin yegane çaresi, uluslararası kapitalist sistemin üretim tarzlarının radikal bir şekilde değişmesinden geçiyor. Zira, ekonominin önde gelen başarı kriterinin gayri safi yurtiçi hasılanın sürekli büyümesi olması ve sermaye şirketlerinin kar etmeye zorlanması, tarihsel olarak daha fazla enerji tüketimi ve daha fazla sera gazları salımı anlamına gerekiyor.
Geçtiğimiz yıl, kömür ve fosil yakıtlarla yenilenebilir enerji arasında adeta bir savaşa tanık olduk. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre, yıl boyunca yenilenebilir enerji kaynaklarının ürettiği toplam enerji sayesinde, Almanya’nın bir yıl boyunca ürettiği 600 milyon ton düzeyindeki karbon dioksitin salımına eşit bir miktarın salımının önüne geçildi. Ancak, bir yandan da küresel doğal gaz fiyatlarındaki aşırı artışlar nedeniyle, Asya ve Avrupa ülkelerinin birçoğu yeniden rekor düzeyde kömür ve petrol bazlı yakıtlara yöneldi. Öte yandan, uluslararası petrol şirketleri hala üretimlerini artırıyor ve bir yandan sera gazlarındaki artışın sürmesine yol açarken, aynı zamanda ekosistemlerin yok olmasına da önemli ölçüde katkıda bulunuyor.
Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra, az sayıda siyasetçinin attığı adımlar geleceğe dair umudumuzu artırıyor. Ocak ayında Brezilya’da başkan olarak göreve başlayan Lula’nın konuya ilişkin siyasi adımları özellikle dikkat çekiyor. Lula, göreve gelir gelmez kendisinden önceki aşırı sağcı başkan Bolsonaro’nun Amazon ormanlarının yok edilmesinin önünü açan politikalarını tersine çevirmeye başladı. 2000 ve 2021 yılları arasında Amazon bölgesindeki koruma altında olmayan yaklaşık 27 milyon hektarlık ormanlık alan yok edilmişti. Günümüzde Amazon ormanlarının yüzde 17’si yok olmuş ve bir diğer yüzde 17’lik kısmı ise kısmi kerestecilik, yangınlar, ormanlık alanların parçalı hale gelmesi, kötü toprak kullanımı gibi nedenlerle verimsiz hale gelmiş durumda. Uzmanlara göre, bu verimsiz hale gelmiş olan alanlar geri kazandırılabilir durumda. Lula tarafından özellikle devletin denetiminde ve koruma altındaki ormanlarla, yerli halkların yaşadıkları topraklardaki ormanların korunmasına yönelik somut adımlar atılmaya başlandı.
Ekosistemlerin korunması söz konusu olunca, kuşkusuz tek sorunumuz Amazon bölgesi değil. Amazon’un yanı sıra, Kongo ve Endonezya’daki yağmur ormanları da iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik bakımından son derece önemli. Bu konuda da yakın zamanda sevindirici bir gelişme yaşandı: Brezilya, Kongo Cumhuriyeti ve Endonezya devlet yetkilileri, ülkelerinde bulunan yağmur ormanlarının korunması amacıyla iş birliğine yönelik bir ittifak kurdu. Öte yandan bu üç ülke aynı zamanda petrol üreticisi konumunda. Dolayısıyla, bir yandan doğayla ilgili olumlu adımlar atarken, aynı zamanda ürettikleri fosil yakıtlar ve bu değerli orman alanlarında verdikleri kerestecilik izinleriyle ekosistemin tahribatına da katkıda bulundukları unutulmamalı.
Bu gelişmelerin yanı sıra aktivistler de mücadelelerini yükseltiyor ve bir yandan da birçok anlamlı başarı elde ediyor. Bu başarılar arasında öne çıkan bir gelişme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun “Temiz ve sağlıklı çevreye erişimin evrensel bir insan hakkı” olduğunu ilan etmesi oldu. Karar geçtiğimiz temmuz ayında 161 olumlu ve sekiz çekimser oyla alındı.
Bir yandan da akvistlerin eylem ve faaliyetleri sonucu artan baskılar karşısında, birçok bölgede yerel yönetimler daha somut adımlar atmak zorunda kalıyor. Örneğin, geçtiğimiz aralık ayının başında, Porto Riko’da 16 belediye, petrol ve kömür şirketleri ile bu şirketlerin parayla tuttuğu kişilerin, “halkı sera gazı salınımlarının maliyetleri ve sonuçları konusunda yanıltmak üzere komplo kurdukları” gerekçesiyle, organize suç işlemekle suçlayarak, haklarında dava açtı.
Davaya gerekçe olan suçların dünyanın birçok bölgesinde, özellikle de petrol devi şirketler tarafından işlendiği ve işlenmeye devam edildiğini ise aklımızdan çıkarmamalıyız.
Biden yönetimi, düzensiz sınır geçişlerine darbe vurdu: Biden, geçtiğimiz günlerde göçmenlerin sınır geçişlerinin önlenmesine yönelik yeni sert önlemleri açıkladı. Ocak ayının başında, iktidara gelmesinin ardından bu yana ilk kez güneydeki sınır bölgesini ziyaret eden Biden, bir yandan Küba, Haiti, Nikaragua ve Venezüella’dan oluşan dört ülkeden aylık 30 bin göçmene izin vereceklerini belirtirken, aynı zamanda yasal olarak izin verilen göçlerle ilgili prosedürleri izlemeyen göçmenlere karşı sert önlemleri öngören yeni politikasını açıkladı.
Brezilya’da Bolsonaro destekçileri Kongre’yi ve devlet kurumlarını bastı: Aşırı sağcı eski başkan Bolsonaro taraftarları geçtiğimiz pazar günü başkent Brasilia kentinde, ulusal Kongre ve diğer devlet binalarını bastı. Başkanlığı sırasında Trump’ın yakın müttefiklerinden biri olan ve birçok yönden Trump’ı taklit eden Bolsonaro’nun aşırı sağcı destekleyicilerinin bu baskını, Trump’ın kışkırtmasıyla Amerikalı aşırı sağcı militan grupların 6 Ocak 2021’de Washington’da gerçekleştirdiği Kongre baskınını andırıyor.
Uluslararası medya kaynakları, polisin söz konusu binaları işgalcilerden temizlediği ve 300 kadar işgalciyi tutukladığını belirtiyor. İşgal sırasında Kongre’de herhangi bir oturumun olmadığı ve işgalcilerin devlet binalarındaki eşyaları tahrip edip, binalardaki görevlileri tehdit ettikleri bildiriliyor. Saldırı sırasında Başkan Lula Sao Paulo kentindeydi.
Başkan Lula konuyla ilgili paylaştığı bir Twitter mesajında, “Bunu kim yaptıysa, bulunup cezalandırılacak. Demokrasi ifade özgürlüğünü garanti eder, ancak aynı zamanda insanların kurumlara saygı duymasını da gerektirir,” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Bugün yapılanların ülke tarihinde bir başka örneği yok. Bunun için cezalandırılmaları gerekir. Faşist olarak adlandırdığımız bu insanlar, siyasi bakımdan en iğrenç şey olan sarayı ve kongreyi işgal ettiler.”
Öte yandan, Lula'nın göreve başlamasından hemen önce ülkeyi terk ederek, Florida'ya uçan Bolsonaro, destekçilerinin devlet binalarını basmasından birkaç saat sonra attığı bir dizi tweet ile saldırıları eleştirdi.
Elon Musk’ın satın almasının ardından Twitter’da özellikle siyahlara yönelik ayrımcı saldırılarda büyük artış: Musk’ın satın almasının ardından çalışma koşullarında yaptığı olumsuz değişiklikler sonucu binlerce çalışanını kaybeden Twitter’da, geçtiğimiz günlerde de büyük bir bilgisayar korsanlığı skandalı yaşanmıştı. Yakın bir zamanda bir üniversite tarafından yapılan bir araştırmaya göre, son dönemde Twitter’da siyahlara yönelik ırkçı saldırılarda büyük artışlar gözlemlendi.
Öte yandan Birleşmiş Milletler tarafından, platformun Musk tarafından satın alınmasının ardından Twitter'da gözlemlenen ırkçı söylemlerdeki artış kınanarak, Afrika kökenlilere karşı kullanılan nefret söylemleri karşısında platformun daha fazla hesap verebilirliğe ihtiyacı olduğu vurgulandı.
Güney Afrika’da apartheid rejimi eski bakanı Adriaan Vlok öldü: Güney Afrika’da apartheid rejimi döneminde, 1986 ile 1991 yılları arasında Hukuk ve Düzen Bakanlığı ile Islah Hizmetleri başkanlığını yürüten Vlok, geçtiğimiz pazar günü yaşamını yitirdi. Vlok, bakanlık yaptığı dönemde, aynı zamanda Devlet Güvenlik Konseyi üyeliğini de yürüttü.
Vlok’un bakanlığı dönemi, apartheid karşı aktivistlere yönelik bombalamalar ve vurucu timlerin düzenlediği suikastları da kapsayan, devlet tarafından yürütülen şiddet içeren saldırıların yoğun olduğu bir dönemdi. Söz konusu suçların çoğu, kötü nam salmış olan Vlakpaas birimi tarafından işlenirken, Vlok bu dönemde polisten sorumlu bir pozisyondaydı. O dönemde Vlakplaas birimi, apartheid rejimine muhalif olduğu düşünülen kişilere karşı gizli operasyonlar düzenliyordu. Düzenlenen saldırılar sonucu çok sayıda apartheid karşıtı aktivist öldürülmüş ve işkenceden geçirilmişti.
Netanyahu’nun yeni hükümet politikaları Tel Aviv’de binlerce kişi tarafından protesto edildi: Geçtiğimiz cumartesi günü Tel Aviv’de düzenlenen iki protesto eylemine, eylemleri örgütleyen organizatörlerin açıklamasına göre toplam 20 bin kişi katıldı.
Eylemlerden biri, Filistinli ve Yahudi vatandaşların barış, eşitlik, toplumsal ve iklim adaleti arayışında birlikte harekete geçmelerini savunan bir taban örgütlenmesi olan Birlikte Duruyoruz örgütü tarafından düzenlendi. Düzenlenen diğer protesto eylemi ise daha özel olarak, aşırı sağın planladığı yasal düzenlemelerin ülkenin adalet sistemine oluşturacağı tehditlere yönelikti.
Başbakan Netanyahu gösterileri, yeni kabinedeki Adalet Bakanı Yariv Levin’i bir Nazi'ye benzeten ve “Filistin’i Siyonist sömürgeci rejimden kurtarın” çağrısı yapan pankartlar içeren bir paylaşımla kınarken, protestoların “muhalefet veya ana akım medya tarafından kınanmayan vahşi kışkırtma eylemleri olduğunu” iddia ederek, protestolara son verilmesi çağrısında bulundu.