Polonya'da mücadele eden İşçi Demokrasisi (Pracownicza Demokracja) örgütü üyesi Agnieszka Szmit-Morze sorularımızı yanıtladı.
Polonya, bütün dünyada gerçekleşen Kadın Grevi’nin ortaya çıkışında çok önemli bir rol oynadı. 2016’da bu grevi yaratan koşullar nelerdi? O günden bu yana kadın ve LGBTİ+ özgürlük mücadelesinde neler oldu?
Polonya’da 2015 yılına kadar sağ liberal bir parti olan Sivil Platform Partisi iktidardaydı. Bu partinin programı ve eylemleri ekonomi açısından liberal olmasına rağmen, insan hakları ve özgürlükler açısından, parti liberal olarak görülse de muhafazakârdı. İnsan haklarını önemsiyormuş gibi yapmak tam da Donald Tusk hükümetinden beklenecek bir şeydi. Dolayısıyla Cinsiyet Eşitliği için Tam Yetkili Hükümet Temsilciliği’miz vardı, fakat Tusk hükümetinin birinci döneminde bu pozisyonda görev yapan kişi, Elżbieta Radziszewska, aşırı muhafazakâr ve kilise yanlısı biriydi. Arada bir, halka açık tartışmalarda ortaklıklar kurmaktan bahsedildi, ancak bu LGBT+ oyları da dâhil olmak üzere en geniş seçmen kitlesini kazanmanın mümkün olduğu yerlerde gerçekleşti ve seçimlerden sonra Tusk, “şimdi ideolojik savaş başlatmanın zamanı değil” diyerek bu konuda hiçbir adım atmadı.
Hükümet, kürtaj konusunda da benzer bir yaklaşıma sahipti. Biz kadınlar mevcut düzenlemelerde kısıtlama yapılmamasını sağlamış olsak da (şu anki 1993 no’lu yasa hamileliği sonlandırmayı yasaklamasına rağmen üç istisna durumda buna izin veriyor: tecavüz, kadının ya da herhangi bir yaşam biçiminin tehlike altında olması durumu ya da fetüsün tamir edilemez ölçüde zarar görmesi durumu), mevcut politik durumda bütün üreme haklarımıza sahip olamayacağımızın farkındaydık.
2015 seçimlerinden sonra başka bir sağcı parti olan ve kiliseye olan bağlılığını saklamayan Hukuk ve Adalet Partisi (Prawo i Sprawiedliwość) iktidara geldi. Bu hükümet, ev içi şiddet mağduru kadınlara yardım eden Kadın Hakları Merkezleri’nin (Centra Praw Kobiet) bütçesini kesti. Daha sonra, muhafazakâr avukatlardan oluşan bir vakıf olan Ordo luris Vakfı’ndaki aşırı sağcı katoliklerin hazırladığı ve herhangi bir gerekçeyle kürtaj yapılmasını yasaklayan bir yasayı geçirmeye çalıştı. Bu yasa, sadece kürtaj yasağındaki istisnaları ortadan kaldırmakla kalmıyor, aynı zamanda, kürtajı gerçekleştiren doktorların yanı sıra kürtaj olan kadınların ve onlara yardım edenlerin (yani kürtaj kliniğine giderken kadına eşlik eden arkadaşı ya da partnerinin) de hapsedilebilmesini sağlıyordu.
Böyle barbarca bir yasayı yürürlüğe koyma girişiminin kadınların böylesine itirazı ile karşılaşması, büyük ölçüde sınıf meseleleriyle ilgili olmalıdır.
Sözde “kürtaj uzlaşısı” olan yürürlükteki kürtaj yasası çerçevesinde, daha zengin, büyük şehirlerde yaşayan, daha iyi eğitim almış kadınlar yasal olmayan bir şekilde yasadışı yollarla Polonya’da ya da yurt dışında kürtaj yaptırabildiler. Sorun, bilgiye (bağlantılar, internete erişim), ve her şeyden önemlisi paraya indirgendi ve bu durum daha az varlıklı kadınları vurdu.
Ordo Iuris tarafından hazırlanan yasa tasarısına göre, son çare - yurtdışında veya yasadışı olarak Polonya'da gerçekleştirilen ücretli prosedür - artık bir seçenek değildi ve kadın hapse girebiliyordu.
Ülkenin her yerinde kürtaj hakkını savunan protestolar gerçekleşti. Söz konusu olan kadınların öznelliklerini ve hayatlarının kontrolünü yeniden kazanmasıydı.
O günden bu yana Hukuk ve Adalet Partisi, kadınların üreme haklarına bir kez daha açıkça saldırdı. Ve bir kez daha kararlı bir direnişle karşılaştı; 2018’de Varşova’da sadece bir kaç gün içinde Kara Cuma olarak bilinen bir yürüyüş organize edildi. Bu yürüyüşe 50 bin kişi katıldı.
Ancak perde arkasında aslında ne hükümet ne de Katolik köktenciler bu çabalarından vazgeçmediler. Hem hükümetin hem de katolik köktencilerin eylemleri, bir yandan kadın hakları için mücadele eden örgütlere zorbalık ederken (hiçbir meşru dayanağı olmayan kontroller, kamu fonlarının kesilmesi), diğer yandan bu konudaki yasaları değiştirmeye odaklanıyor.
Kürtajı tamamen yasaklamaya çalışıyorlar ve bu yasağa kürtaj yapan kadınları cezalandırmak da dahil. Halkı, sözde “LGBT ideolojisi”nin (bu ifade, sağcıların savaşabileceği bir düşman yaratmak için bilinçli olarak uyduruldu; daha önce de aynı temelde “cinsiyet ideolojisi” oluşturulmuştu) neden olduğu iddia edilen tehdide karşı korumak için tasarlanmış yerel konseyler tarafından kabul edilen kararlar da var.
2019'da yapılan rekor sayıda (27) gerçekleşen eşitlik yürüyüşlerinin gösterdiği gibi, LGBT+ topluluğu için eşit haklar mücadelesine yönelik kamu desteğinin giderek arttığını gözlemleyebiliyoruz. Aynı zamanda, LGBT+ topluluğunun hükümetten, sağcı örgütlerden ve Katolik kilisesinden gördüğü eziyet, şimdiye kadar görülmemiş bir boyuta ulaştı.
Son zamanlarda Polonya, Türkiye, Brezilya, Macaristan ve ABD gibi ülkelerde özellikle kazanılmış cinsiyet eşitliği haklarına yönelik bir saldırı dalgası var. Bu durumu siyasi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kaczyński veya Bolsonaro gibi politikacılar, kendi yönetimlerinde “doğal düzenin” yeniden tesis edileceğini açıkça söylediler ve bu hedeflerine ulaşmak için kadınların ve azınlıkların haklarını ellerinden alıyorlar ve doğal çevreyi yok ediyorlar.
Bizim açımızdan Polonya’nın Rusya ile benzerliklerini görmek çok da zor değil. Dolayısıyla sözde yabancı etkisi iddiasıyla STK’ların fonları inceleniyor; ev işi şiddet mağdurlarını, yani asıl olarak kadınları ve çocukları koruyan politikalardan geri adım atıldığını gözlemleyebiliyoruz. Ayrıca, Rusya’da şu an yürürlükte olan ve ilk dayağı aile içi şiddet olarak görmeyen yasaya benzer bir yasanın burada da hazırlandığını biliyoruz. Ve son olarak, eşcinselliğin sözde teşvik edilmesini yasaklama girişimleri var.
Slovenya, Hırvatistan ve Romanya gibi ülkelerde eşcinsel evlilikler başarıyla engellenirken, Macaristan, Slovakya, Litvanya ve Letonya “cinsiyet ideolojisi” tehdidi nedeniyle İstanbul Sözleşmesi'ni onaylamadı.
Polonya İstanbul Sözleşmesi'ni ne zaman imzaladı? Bu anlaşmanın doğru bir şekilde uygulandığını düşünüyor musunuz?
Polonya, Avrupa Konseyi üyesi olarak 18 Aralık 2012 tarihinde İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladı. Sözleşme ancak 6 Şubat 2015'te parlamento (Sejm) ve 13 Nisan'da da Başkan Bronisław Komorowski tarafından onaylandı. O dönemde iktidarda olan ve insan haklarını savunan demokrasi yanlısı bir parti gibi görünen Sivil Platform'un sözleşmenin onaylanmasına karşı itirazları olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca, Ombudsman Andrzej Zoll da sözleşmeyi eleştirenlerden biriydi. Bu eleştirileri yapanların hepsi “cinsiyet ideolojisi” nden gelen tehdide atıfta bulundu ve sözleşmenin aile içi şiddetten dini sorumlu tuttuğunu iddia etti.
Bunlar, şu anda Hukuk ve Adalet Partisi’ndeki sağcılar ve aşırı sağ Konfederasyon Partisi (faşistler, ırkçılar ve aşırı neoliberaller tarafından oluşturulan ve şu anda parlamentoda milletvekilleri bulunan bir ittifak) tarafından kullanılan argümanların aynısı.
Aile içi şiddet failinin binayı derhal terk etmesine ilişkin Meclis tarafından kabul edilen bir yasa tasarısı, İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanmasının olumlu etkilerinden biridir. Yasa ayrıca, cinsel suç mağdurlarının “daha dostça” bir ortamda polise bildirimde bulunmalarını kolaylaştıracak şekilde değiştirildi. Ne yazık ki bu yasa genellikle uygulanmıyor.
Sözleşme sayesinde aile içi şiddet mağdurlarına yönelik 7/24 Mavi Hat acil telefon hizmeti kuruldu. Ancak şu anda Sözleşmeden çekilmeye çalışan Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro bu hattın finansmanını durdurdu. Mavi Hat hizmeti daha sonra devam etti, ancak bu halktan gönüllülerin maddi desteği ile mümkün olabildi.
Şu ana kadar değinemediğim daha pek çok konu var. Polonya yasalarına göre ekonomik istismar diye bir şey yoktur, tecavüzün tanımı suçun tecavüz olarak nitelendirilmesinde rıza eksikliğinin belirleyici olabileceği şekilde genişletilmemiştir, ırkçı nefret veya cinsel yönelime ya da cinsiyet kimliğine dayalı nefretten kaynaklanan şiddet kavramı yoktur ve hala eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığı eğitimi verilmiyor.
Hükümet dışında İstanbul Sözleşmesi ve LGBTİ+ haklarına karşı olan aktörler kimler? Hukuk ve Adalet Partisi (PIS) ve diğer çevreler İstanbul Sözleşmesi ve LGBTİ+ haklarına neden saldırıyor?
En büyük düşman ve aynı zamanda LGBT+ topluluğunu hem kınayan hem de ona eziyet eden sözleşmenin başlatıcısı daha önce de bahsettiğim aşırı sağcı örgüt Ordo Iuris. Ayrıca, Mariusz Dzierżawski tarafından kurulan ve kamuya açık alanlara yerleştirdiği etkili ama yanlış bilgiler veren kürtaj karşıtı ilan panoları ile bilinen, aynı mesajları minibüsler üzerinde asılı brandalara yazılı şekilde ve hoparlörden yayan Yaşam Hakkı Taraftarı (Pro-Prawo do Życia) gibi örgütler var.
Bu minibüsler, kadınları ve kürtaj yapan doktorları taciz etmek için doğum hastanelerinin yakınına park ediyor. Son zamanlarda örgüt bu stratejisini değiştirdi ve eşcinselliği pedofili ile ilişkilendirerek ve eşcinselleri çocuklara cinsel tacizde bulunmakla suçlayarak LGBT+ topluluğunu ve özellikle de eşcinselleri ana hedefi haline getirdi.
Kaja Godek’in Yaşam ve Aile (Życie i Rodzina) adlı kuruluşu da bir kaç yıl önce benzer bir kampanya yürüttü ve LGBT+ topluluğu hakkında saçma sapan şekilde konuştu. Kaja Godek, daha önce, tıpkı Mariusz Dzierżawski gibi fanatik bir şekilde kürtajı tamamen yasaklamaya yönelik girişimlere katılmıştı. Ayrıca, Hristiyan köktendinci bir enternasyonalin parçası uluslararası bir örgütün üyesi olan CitizenGo Polska da var. CitizenGo, merkezi İspanya'da bulunan kürtaj karşıtı bir hareket ve amacı, çeşitli ülkelerdeki yasaları dilekçeler yoluyla etkilemek. Bu örgütün Amerika Birleşik Devletleri'nde aşırı sağ örgütlerle bağlantıları var ve kendi ülkesi İspanya'da da Vox partisini destekliyor.
Bazı insanlar için iktidarı elinde tutmak kendi başına bir amaç olabilir ve bu muhtemelen Hukuk ve Adalet liderleri için geçerlidir, ancak diğerleri için bu bizi insan haklarından mahrum bırakmanın ve Katolik dini yasaların emirlerini uygulamaya koymanın bir yoludur.
Polonya toplumu ve işçi sınıfı İstanbul Sözleşmesi'ne nasıl bakıyor?
SW Research tarafından yapılan bir ankete göre, katılımcıların yalnızca %15'i, Polonya'nın kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'nden - başka bir deyişle İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçip vazgeçmemesi gerektiği sorusuna olumlu yanıt verirken, %62’si buna karşı çıkıyor.
Anket, Sözleşme’den vazgeçmeye en çok ülke ortalamasından daha az kazanan kadınların, gençlerin ve ilginç bir şekilde, küçük ve orta büyüklükteki kasaba ve köy sakinlerinin karşı çıktığını gösteriyor.
Sözleşme’nin devam etmesinin işçi sınıfının çıkarına olduğuna şüphe yok. Eğer Sözleşme’nin hükümleri düzgün bir şekilde uygulanırsa, bu en savunmasız olanlar, yani kadınlar ve çocuklar için bir miktar koruma sağlayacaktır. Sözleşme, önyargı ve stereotiplerle mücadelede faydalı olabilir.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karşı mücadele eden hareketin gündeminden biraz bahsedebilir misiniz?
Sözleşmeden çekilme sürecini hazırlayan Polonya hükümetinin eylemleri, anında aktivistlerin, kadın örgütlerinin ve politikacıların protestolarıyla karşılandı.
Parlamentodaki Sol İttifak (Lewica) Temmuz ayında sözleşmenin savunan bir sunum yaptı.
Sol İttifak ayrıca konu üzerinde kadın örgütleri ile birlikte çalışabileceğini söyledi.
En önemlisi, 24 Temmuz'da birçok kasaba ve şehirde gösteriler düzenlendi. Hükümet, protestoların tırmanacağı korkusuyla geri adım attı. Bu nedenle, sözleşmeden olası bir çekilme konusu şimdilik ortadan kalktı.
Bununla birlikte, 2016'daki kadın protestolarının liderlerinden biri olan Polonyalı Kadınlar Grevde (Ogólnopolski Strajk Kobiet)’nin kurucusu Marta Lempart, Eylül ya da Ekim ayında hem İstanbul'da hem de Varşova'da büyük bir ortak protesto düzenlemek için Polonyalı ve Türk aktivistler arasında işbirliği kurmayı planlıyor.
İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme ve hükümlerinin gereği gibi uygulanması için mücadele eden tartışmalara son vermek için mücadele edenlere mesajınız ne olur?
Hükümetin sözleşmeden çekilmesine izin vermemek için her şeyin yapılması gerekiyor.
Mağdurların tecrit edilerek faillerden korunması veya cinsel istismar mağdurlarına özel koruma verilmesi gerektiği konusunda ortak bir anlayış var. Bununla birlikte, sağcıların ve köktencilerin sözleşmenin oluşturduğu sözde tehditler hakkındaki manipülatif iddialarıyla yanlış yönlendirilmiş insanlar var.
Bu arada stereotiplerle mücadele etmek bizim çıkarımıza, işçi sınıfının çıkarına. Stereotipleştiren düşünce biçiminde kadınların yaptığı işler daha aşağı, ve daha da kötüsü daha düşük nitelikler gerektiren işler olarak görülüyor. Bu nedenle öğretmenlik, hastane koğuşlarında çalışmak, hemşirelik, tezgâh asistanlığı gibi kadınlaştırılmış işler, yıllarca çalıştıktan sonra bile çok düşük ücret alınan işler olmuşlardır. Bu arada koronavirüs salgını, bu işçilerin toplumu korumada çok önemli bir rol oynadığını açıkça ortaya koydu.
Ve son olarak: Sözleşme’nin geri çekilmesi durumunda bunun, insan haklarını savunan diğer sözleşmelerden ve antlaşmalardan çekilme sürecinin başlangıcını oluşturacağının farkında olmalıyız. İnsanlar “geleneksel aile” adına haklarından mahrum kalacaklar.
Agnieszka Szmit-Morze
Çeviren: Agnieszka Kaleta
İşçi Demokrasisi Üyeleri (Pracownicza Demokracja)
(Sosyalist İşçi)