'Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık'

23.11.2019 - 11:02
Haberi paylaş

İngiltere’de yaşayan Sosyalist İşçi Partisi üyesi Lübnanlı sosyalist Simon Assaf, sorularımızı yanıtladı. 

Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Katalonya’dan Hong Kong’a yeni bir ayaklanma dalgasına şahitlik ediyoruz. Sizce bu 2011’deki Arap devrimlerinin bir devamı olarak değerlendirilebilir mi?  

Simon Assaf: 1905 Rus devrimi, 1917’e kadar bir yenilgi olarak görülüyordu. Bu tarihten sonra ise “devrimin büyük provası” olarak tanımlanmaya başlandı. Şu an “Arap Baharı” dediğimiz şey de aynı şekilde değerlendirilebilir. Bu devrimler şimdi masum görünüyor. Şu anlamda: O zamanlar tek yapmamız gereken bir sembolik başkanı devirmekti, bir meydanı işgal etmek,  “Ordu ve halkın bir olduğunu” söylemek, daha yüksek ücretler için bağımsız bir sendika kurmak vb. yeterli görülüyordu. 

Aynı zamanda 2011 devrimlerinin yenilgisi de bir ders olmalıydı, rejimler çok bütünleşikti, her özgürlük düşü aslında basitçe rüyaydı, rejimler değişmektense “ülkeyi yakmayı” tercih ederlerdi, devlet mezhepçiliğe karşı tek garantiydi, devrim yaparsanız İslamcılar meydana çıkacaktı vesaire vesaire. 

Bunun yerine şimdi daha derin sarsıntılara, daha yüksek bir öfke düzeyi ve hayal kırıklığına, daha az naifliğe şahit oluyoruz. Pek çok aktivist için bu ikinci bir devrimci altüst oluş deneyimi. Baskıya rağmen artık sol daha güçlü, devrimlerden yükselen taleplerle daha uyumlu çünkü bu talepler çok daha yüksek bir bilinç düzeyinden ortaya çıkıyor. 

Örneğin; Lübnan’da 2011’de patlak veren gösteriler mahalleden mahalleye eski mezhepçi çizgileri aşarak ilerlemişti. Bu protestolar asıl olarak Beyrut’taydı ve bunun çok ötesine geçemedi. Ekim 2019 protestoları ise 2011’in bıraktığı yerden başladı ve hızla ülkenin bütün kesimlerine yayıldı. Bunlar içinde  Sünni İslamcılığın kalesi sayılan Tripoli ve Hizbullah’ın can damarı olan Nabatiyeh de var ve Hristiyan, Müslüman veya Dürzi olsun neredeyse tüm köylere, kasabalara ve şehirlere yayıldı. 

2011’den beri değişen ne? Kriz daha derin hâle geldi, mezhepten bağımsız olarak sıradan insanlar ile egemen elit arasındaki geniş uçurum daha da derinleşti. Grev deneyimleri, toplanmayan çöplere karşı ortak mücadele, elektrik kesintileri, kirlilik vb. sınıf fikirlerinin gelişimini şekillendirdi. Bu, halkın ortak mücadeleye hazırlanmasında hayati rol oynadı. 

Bu ayaklanmalar Arap Baharı’na bir geri dönüş değil, daha derin bir sarsıntı, devrimci dalganın daha da derinleşmesi ve bu henüz tamamlanmış olmaktan çok uzak. Ancak en çarpıcı olan  bu eylemlerin büyüklüğü ve ölçeği. Irak’taki devrim sıradışı çünkü bu ülke savaş, işgal ve mezhepçi kan davası tarafından harabeye çevrilmişti. Buna rağmen bugün duyduğunuz sloganlar “Sunniler ve Şiiler birdir”, insanlar İran karşıtı oldukları kadar ABD ve hükümet karşıtı. Bu devrimler, halkın gücünün tüm ayrımcı politikaları sona erdirmek üzere yeniden doğuşu gibi hissettiriyor. Lübnan’da biz tarihi 17 Ekim 2019’dan başlatıyoruz ve bu yıl “sıfırıncı yıl”. Geri kalan her şey geçmişe ait. Bu çok canlandırıcı bir his ve devrim yapan insanların bilinçlerinde, ne olduklarına dair oluşan psikolojik kırılmayı gösteriyor. 

Latin Amerika ve Hong Kong’u “Arap Baharı” ile aynı cümlede anman garip görünebilir ama bu kesinlikle doğru. Oralarda yaşanan aynı koşullar –kemer sıkma, baskı vb- altında aynı süreçler. Arap ayaklanmalarının en popüler şarkılarından birinin İtalyan anti-faşist marşı Çav Bella olması şaşırtıcı değil. Bu mânâda Arap dünyasında yaşanan bir dünya devrimi, aynen Latin Amerika, Sudan veya Hong Kong’da olanın dünya devrimi olması gibi. 

Lübnan’daki “hepsi, hepsi demektir” sloganı bütün elitlerin düşmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu slogan dünyanın her köşesine uyarlanabilir: yerkürenin her yanındaki sömürücülerden ve baskıcılardan kurtulmamız lazım: “Hepsi, her ülkedeki devrilmeli. Hepsi, hepsi demektir”. 

İsyanlar Sudan’da başladı, Irak ve Lübnan ile devam etti. Şimdi ise İran’da devasa radikal gösteriler yaşanıyor. Bu eylemlerin talepleri birbirine benziyor mu? 

Sudan, Irak ve Lübnan önemli çünkü bu ülkeler aşılabilecek en yüksek engellere sahipti. Lübnan, Sudan ve Irak’ta bir Mahala el-Kubra yok. (Mahala el-Kubra Mısır’da on binlerce örgütlü işçinin yaşadığı devasa tekstil kenti) Bu sebeple devrimin başarılı olma ihtimali bile olmamalıydı çünkü isyanın ateşinin yayılmakta olduğu bu ülkeler yakın zamanın en gaddar tarihlerine sahipler. 

Diğer diktatörlerin yanısıra Mısır’daki General Sisi için Sudan, Lübnan, Irak ve elbette Cezayir’deki ayaklanmalar korku verici. Mısır darbesi onlara bir ders vermedi mi? Suriye’de Esad değişimin imkansız ve beyhude bir çaba olduğunu göstermedi mi? Egemenlerin kendilerine sordukları sorular bunlar. 

Bütün bu ayaklanmalar benzer bir kıvılcımla, kemer sıkmaya karşı başladı: metro hatlarında bir fiyat artışı, akaryakıt sübvansiyonlarında bir azalma, bir telefon uygulamasına konan küçük bir vergi… Dünyanın bir yanından öbürüne devenin sırtını kıran saman çöpü bu ve insanlar 2011’dekinden daha farklı ölçekte bir öfkeyle yanıt verdi. Bu daha derin, insanlar daha kızgın, daha çaresiz ve de çok daha vahşi, yozlaşmış ve tamamen rezil rejimlerle yüzleşiyorlar.

Farklılıklarına rağmen mezhepçilik Irak, Lübnan ve Irak politikasında önemli bir rol oynuyor. Bu kitle hareketleri için bir tehlike arz ediyor mu? 

Mezhepçilik işçi sınıfı içinde yok. Bu, işçilerin mezhepçi görüşleri benimsemediği anlamına gelmiyor, elbette benimsiyorlar çünkü bu egemen fikir. Ancak işçi sınıfı içinde mezhepçilik, maddi somut anlamıyla yok. Temel bölünme sınıfsal alanda, bu en az yoksulluk ve düşük ücretler kadar gerçek. Mezhepçilik egemen sınıfla bütünleşmiş durumda. Lübnan ve Irak’ta mezhepçilik egemen sınıfın kendisiyle bağ kurmasının yolu, hangi mezhepçi patronun şu veya bu bakanlığı kontrol ettiğiyle, kimin o ihaleyi veya bu ihaleyi aldığıyla, kimin kendi “topluluğundan” işçileri çalıştırdığı, diğer “topluluktan” işçi çalıştırmadığıyla ilgili. Mezhepçilik onların işletme ve hükmetme yöntemi. Başarılarının sırrı burada. 

İşçiler içinse sınıf gerçek ve işçiler mezhepçi fikirlerle mücadeleye girdiği anda, egemen fikirler soluyor çünkü işçilerin mezhepçilikten bir çıkarı yok. Lübnan ve Irak’ın en büyük dersi bu: Mezhepçiliğe karşı en iyi savunma sınıf mücadelesi. 

Ancak, burada hatırlatılması gereken önemli ve can alıcı bir nokta var: Sistem reforme edilemez, toplumun bütün bir üstyapısı ona bağlı, aşama aşama çözülemez, mesele “modernite”nin bir dokunuşuyla düzeltilebilecek bazı eski gelenekleri çöpe atmak değil. Hem Lübnan hem Irak’ta mezhepçilik kapitalizmdir. Birinden kurtulmak demek diğerinden de kurtulmak demek. Bütün egemen sınıf, ekonomik ve toplumsal ilişkiler mezhepçi devlette iç içe geçmiş durumda. Devrimi tamamlayamazsak, mezhepçilik silahlı, hırçın ve hatta daha öldürücü biçimde geri gelecek. 

2011 deneyimlerini hatırlarsak, bugün bu yeni isyan dalgasına yönelecek tehditler nelerdir? 

Durmak. Reforme edilemeyecek bir sistemde egemenleri, tatmin edici reformlar yapabilmeleri için korkutacağımızı düşünmek. Lübnan’da sistemi yok etmeliyiz demek için “bu yolculuğu bitirmeliyiz” sloganı söyleniyor. Ancak bunu nasıl mümkün hâle getireceğiz? Bu, sınıf bilincinin, sınıf örgütünün gelişimiyle, devrimin kurumlarının (işçi komiteleri gibi) inşa edilmesiyle ve ortak çalışma içinde bir araya gelen bir devrimci liderliğin geliştirilmesiyle ilgili bir şey. 

Enternasyonal marşında bir dize var: “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık”. İşte bu, o. Bu son kavga. Çok az zamanı kalmış, iklimsel bir çöküşün eşiğindeki bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden bu devrimler yayılacak, derinleşecek ve bu kış acı bir hoşnutsuzluğun, ayaklanmalar ve devrimlerin kışı olacak. Bence devrimleri tamamlamak için gerekli araçlara sahibiz çünkü artık bir seçim şansımız yok. 

(Röportaj: Can Irmak Özinanır - Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol