Murat Belge’nin Birikim dergisinin internet yayınında çıkan 9 Ocak tarihli yazısı, önümüzdeki bir buçuk yılda yürüteceğimiz tartışmalar açısından verimli bir başlangıç zemini sunuyor. MHP destekli bir Erdoğan yönetimi, toplumun yaklaşık üçte birinin oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarının ya kayyum zoruyla, ya İçişleri Bakanlığı tarafından ya da bizzat cumhurbaşkanı tarafından görevinden edildiği, ülkenin OHAL düzeninde KHK’larla yönetildiği bir ortamda “yerli ve milli” bir “devletin bekasını koruma” koalisyonuyla başkanlık sistemini kalıcılaştıracak bir seçime gitmeye hazırlanıyor. Şayet başarı kazanırsa, parlamentonun büyük ölçüde işlevsizleştiği, demokratik kontrol mekanizmalarının asgariye indirildiği bir düzende yaşamak ve mücadele etmek zorunda kalacağız. Buna karşı muhalefet edeceğimiz odakları iyi tartışmalıyız ki, Hüsamettin Cindoruk ve Nesrin Nas gibi eski Türkiye’nin arkaik siyasetçileriyle soldan kimi isimlerin aynı kürsüyü paylaşmak zorunda kaldığı durumlara düşmeyelim.
En genel anlamda şunu söyleyebiliriz; bu tarz baskıcı rejimlerin ne kadar kök salabileceğini aritmetik birtakım hesaplar değil, asıl olarak geniş kitlelerin mücadele dinamiklerinin ne ölçüde canlı olacağı belirler. Bu, seçimlerin hem bu mücadelenin inşa edilebileceği alanlardan biri olabileceği, hem de bunların sonuçlarını yansıtmasıyla birlikte fiili kazanımları getirebileceği gerçeğini değiştirmiyor. Ancak en otoriter rejimlerin altında bile ezilenlerin ve işçi sınıfının mücadele ettiği, onları gerilettiği veya dağıttığı örnekler mevcut ve sandıklardan ortaya çıkan hiçbir sonuç bu tarihsel gerçeği değiştirmeyecek.
Hayata ve siyasete müdahil olma
Murat Belge ise Türkiye’nin sosyalistleri arasında oldukça yaygın görülen “kronik boykotçuluk” tutumunun sorunlarına işaret etmekte son derece haklı. Gerçekten de yalnızca bazı durumlarda uygulanabilecek taktiklerin genel geçer bir doğruya dönüştürülmesi, sosyalistlerin işçi sınıfının en mücadeleci bölüklerinden yalıtılmasını garantileyecek ölümcül riskleri barındırıyor. Sosyalistlerin etki alanlarını arttırmalarının yolunun demokratik kazanımların elde edilmesinde rol oynamaları olduğu tespitini de reddetmek mümkün değil. Güncel siyasette rol oynama çabalarını “ahlaki kirlenme” olarak görmüyor ve ittifaklar politikasının canlı ve dinamik bir teori olan marksizmin doğası gibi esnekliğe uygun olması gerektiğini düşünüyorum.
Belge bu ittifaklar politikasını önceleyen “siyasi tepki verme” biçiminin sekter olmayan bir şekilde nasıl kurgulanabileceğine dair akıl yürütürken şöyle diyor:
“Bir durumda, bir sorun karşısında benimsenecek birçok farklı tepki biçimi olabilir. Bunlardan bir tanesi toplumu sosyalizme götürmüyordur, ama öteki önerilerle karşılaştırıldığında, o yöne götürmek bakımından daha fazla imkân sunuyor, potansiyel taşıyordur. Durum buysa, öbürlerini değil de bu yolun denenmesini sağlamak için çalışmak gerekir.
Bu somut (ve aynı zamanda “konjonktürel”) durumlarda doğal olarak büyük bir çeşitlilikle karşılaşırız. Neyin neye tercih edilmesi gerektiği konusunda sağlam ölçüt, ‘demokratik’ potansiyelin nerede olduğu ölçütüdür.”
Şüphesiz, burada bahsedilen tutum da birçok duruma uyuyor. Örneğin 2010 referandumunda bize göre, askeri vesayetin geriletilmesi bağlamında işçi sınıfının çıkarları “Yetmez ama Evet” demeyi gerektiriyordu. Benzer şekilde, 2017’deki referandumda ise önerilen başkanlık sistemine karşı demokrasiyi savunan bir “Hayır” kampanyası inşa ettik.
Ancak Murat Belge’nin yazısının arka planını, 2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kaldığı takdirde, sosyalistlerin Tayyip Erdoğan’ın karşısında hangi aday varsa onu desteklemesi gerektiğine dair inancı oluşturuyor.
Burada devam ederken, bu temenninin Meral Akşener gibi bir faşisti kapsamadığını umarak, yazıyı Abdullah Gül veya Kemal Kılıçdaroğlu gibi merkez ve/veya sağ bir isme yapılacak destek çağrısının temeli olarak gördüğümü söylemek isterim.
İşçi sınıfının mücadele geleneğinden deneyimler
Özellikle Kılıçdaroğlu suretinde bir buçuk yıl daha tartışacağımız bu konuya giriş yaparken, Murat Belge’nin koyduğu temel siyasi doğruları, sosyalistlerin mücadele geleneğinden bir başka tavır biçimiyle tanımlamak gerekir.
“Ehven-i şercilik” sorunu ilk kez karşılaşacağımız bir durum değil. Ve referandumların aksine, bizzat belirli siyasi akımlara veya figürlere destek/oy çağrısı yapılan deneyimlerle ilgili farklı sonuçları bugünü anlamak için kullanmamız gerekiyor.
Bunlardan ilki, Nazilerin yükselişine karşı haklı bir arayışın sonucu olarak “ehven-i şer” bir adayı destekleyen Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin tavrı. 1932 başkanlık seçimlerinde, asker kökenli aşırı muhafazakâr Paul von Hindenburg’u Hitler’e karşı desteklediler. Seçimi kazanan Hindenburg, bundan birkaç ay sonra Hitler’i başbakan atadı ve Nazi Partisi’nin demokrasinin bütününü yok eden iktidarına giden yolu açtı. “Ehven-i şer”, asıl şer odağının hedefine ulaşmasını sağladı.
Bu olaydan 10 yıl kadar önce, İtalya’da da reformist sol, Mussolini’nin durdurulması için liberallere güvenmişti. Ekim 1922’de liberal parlamenterler faşist Mussolini’nin hükümetini destekledi.
Her iki örnekte de büyük sermaye önce faşistler konusunda tereddüt etmiş, ancak daha sonra ekonomik, sosyal ve politik krizi çözmek için iktidara yükselmelerine izin vermişti.
1930’larda Nazilerin yükselişine karşı tartışmalarda, sosyalist muhalefet içinden Troçki, büyük burjuvazinin siyasi temsilcilerinin de yer aldığı “halk cephesi” taktiklerine karşı çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da ve başka yerlerde solda bunun “sosyalistleri faşizme karşı mücadele eden kitlelerden kopardığı” yaygın bir görüştü. Oysa halk cephesi taktikleri her yerde işçi sınıfı açısından felaketle sonuçlandı.
“Ehven-i şercilik”, bu denli büyük krizlerin yaşanmadığı durumlarda da işe yaramadı. Örneğin ABD’de birçok seçimde, Demokrat Parti’nin Cumhuriyetçiler’e karşı kitleleri ikna etme taktiği olarak kullanıldı. Ancak başa gelen hiçbir Demokrat ismin, ABD egemen sınıfının çıkarlarını sarsan bir şekilde hareket ettiğini söylemek mümkün değil.
Benzer ikilemler bu yüzyılda Fransa’da iki kez solun önüne çıktı. 2002’de Chirac ile Le Pen ikinci tura kaldığında, solun bazı bölümleri Chirac’a oy çağrısı yaparken bazıları buna karşı çıktı. 2017’de benzer bir Macron-Le Pen ikileminde ise ikisine de oy vermeden sokakta faşizme karşı mücadeleyi savunanların oranı daha yüksekti. Bugün Macron’un işçi sınıfına saldıran politikalarla destek kaybetmekte olduğu bir dönemde, aksini yapan bir solun yaşamaya devam etmesi zor olurdu.
Troçki, faşizme karşı “birleşik işçi cephesi” taktiğini, reformistlerle devrimcilerin birliğini öneriyordu.
Erdoğan faşist değil, Kılıçdaroğlu ise reformist bir işçi partisinin lideri değil.
Ancak 2019’a giderken sosyalist muhalefetin tutumunu belirlemek için mevcut durumun kapsamlı bir analizini geçmiş deneyimlerin dersleriyle birleştirmemiz gerekiyor.
“Devrim” hiç olmamış veya olmayacak bir şey mi?
Belge’nin yazısının ana fikri bir kenara, satır aralarında ise oldukça rahatsız edici bir şey var. Kendi deyimiyle “uzun uzun devrim tartışmasına girmek istemediği” yazıda Murat Belge şu ifadeleri kullanıyor:
“(…) Durum buysa, bu teşhis doğruysa, sosyalistlere yapacak bir tek şey kalıyor: devrim yapmak. Benim bu çerçevede buna bir itirazım yok: buyurun, yapın! Ama böyle bir şeyi geçmişimizde görmedik, gelecekte de bunun olabileceğini haber veren hiçbir işaret görünmüyor.”
“Dünyanın bizim yaşadığımız bölgelerinde siyasî dönüşümün biçimi olarak ‘devrim’ gitgide gündemden uzaklaşıyor.”
“Bir ‘proletarya sınıfı’nın ‘Biz bu işe son vermeye karar verdik’ deyip devrim yaptığı görülmüş bir şey değil.”
1905 ve 1917’de Rusya’da, 1918-1923 arası Almanya’da, 1919’da Macaristan’da, 1920’de İtalya’da, 1925-1927 arası Çin’de, 1936’da Fransa ve İspanya’da, 1956’da tekrar Macaristan’da, 1968’de tekrar Fransa’da, 1972-1973’te Şili’de, 1974-1975’te Portekiz’de, 1978-1979’da İran’da, 1980-1981’de Polonya’da, ondan 10 yıl sonra tüm Doğu Bloku’nda, 2011’den itibaren Ortadoğu’nun birçok ülkesinde işçilerin yaptıklarının ne olduğunu, geçmişinde bunları görememesinin sebeplerini, işçi komiteleri üzerinde yükselen alternatifleri anlayamamasını ve Arap devrimlerinin birkaç sene önce patlak verdiği bir coğrafyada devrim kavramını niye gündemden uzaklaştırmak istediğini sormak hakkımız.
Üstelik, umuyoruz ki Birikim dergisinde bir dönem sık sık dile getirilen, Ak Parti’nin otantik Türkiye burjuvazisi adına bir “burjuva demokratik devrim” yaptığını söyleyen görüşlerle de “devrimlerin görülmemiş şeyler olduğu” fikri üzerinden tartışmıştır. Gerçek devrimleri ıskalamış olmak buna engel değil.
Ozan Tekin