"Aziz Kardeşlerim! Bizim için bir dönüm noktası olan Çanakkale Zaferi’ni bugün millet olarak elbette kutlayacağız. Tarihte eşine az rastlanan böylesi büyük bir hadiseyi bu minberlerden, bu kürsülerden, bu mihraplardan anlatmaya elbette devam edeceğiz. Ancak bizler, Çanakkale’yi ve diğer zaferlerimizi anmakla yetinemeyiz. Bu zaferlerimizi sadece belirli merasimlere indirgeyemeyiz. Ecdadımızın başarılarıyla övünüp kalamayız. Zira aslolan bu başarılardan büyük dersler ve ibretler çıkarmaktır. Bugünümüzü ve geleceğimizi bu zaferlerin ışığında inşa etmektir. Kardeşlerim! Bugün bizlere düşen asıl görev, Çanakkale’nin o muazzam ruhunu iyice idrak etmektir. Geçmişten günümüze nice hain teşebbüse rağmen yok olmayan bu ruhu nesilden nesile aktarmaktır."
Bu sözleri Türkiye'nin herhangi bir politikacısı söyleyebilirdi. Ama hayır, alıntı bir politikacıdan değil. 17 Mart 2017 tarihli Cuma hutbelerinden. Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlığı'nda (DİB) yazılmış, memleketin dört bir yanında camilerde okunmuş.
Burada sözü edilen "Biz" kim? "Nice hain teşebbüse" maruz kalan kim? Müslümanlar mı? Hayır. Belli ki Türkler, Türk devleti. Yani Ankara'da yazılan hutbe Müslümanlara değil, Türklere hitaben yazılmış!
* * *
AK Parti'nin Gülen Cemaati ile ittifakı hiç kimseyi şaşırtmıyordu. İslamî gelenekten gelen bir partiyle İslamî bir cemaat: Ortak inançlar, ortak bir dil. Şaşırtıcı bir şey yoktu.
AK Parti'nin devletle, derin devletle, Genelkurmay ve Ergenekon'la ittifakı, MHP ile kol kola girmesi biraz daha şaşırtıcı olmalıydı, ama değil. Buna da kimse şaşırmadı, AKP içinden önemli bir itiraz gelmedi.
Niye gelmedi? Doksan yıldır İslamî olan her şeyi bastıran Kemalist devletle AKP kurmay ve üyelerinin hiç mi sorunu yokmuş?
Vardı bence. Ama çok sınırlı bir sorunu vardı. Türkiye'nin muhafazakâr-mukaddesatçı tabanı ve bunun temsilcileri, dindarların ülke siyasetinden dışlanmasını, dinin nasıl yaşanıp nasıl yaşanmayacağına devletin karar vermesini elbet istemiyorlar ve bunu sorun ediniyorlardı. Ama sorun bundan ibaretti. Devletin kendisiyle ilgili bir sorun yoktu. Aksine. Türkiye Müslümanlarının ezici çoğunluğu devleti her zaman kutsamış, devletin bekasını her zaman ön planda tutmuş, Türk milliyetçiliğini can-ı gönülden benimsemiş, "Türk" ve "İslam" kavramlarını bir ve aynı olarak düşünmüştür. Bu, Kemalist ulus-devlet yaratma projesinin en çarpıcı zaferidir!
Bu zaferin kazanılması şans veya tesadüf eseri değil, devletin bilinçli ve sistematik politikalarının sonucudur. Kullanılan araçların en önemlilerinden biri Diyanet İşleri Başkanlığı olmuştur.
DİB, Atatürk'ün emriyle, Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak 3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin yerine kurulmuş, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlendirilmişti.
Anayasanın (herhalde değişmemiş olan) 136. maddesinde, "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir" hükmü yer almaktadır. Laik olduğunu iddia eden bir devletin niye böyle bir kurumu olduğu sorusunu bir kenara bırakalım. Açık ki, DİB gerçekte zaten dinî bir kurum değil. Gerçek görevi dinî değil, siyasî. Ve bu görevi yerine getirmenin önemli araçlarından biri Cuma hutbeleri.
* * *
Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı Hülasa dergisinin 2011 tarihli ilk sayısında Konya Selçuk Üniversitesi'nden Nezir Akyeşilmen'in "Cuma hutbelerinde insan hakları" adlı bir yazısı var.
"Bu çalışma için," diyor Akyeşilmen, "Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinde bulunan 2003, 2004 ve 2005 yıllarına ait bütün Cuma hutbeleri incelendi."
Bu incelemeler sonucunda, Akyeşilmen şöyle bulgular elde etmiş:
"2003 Ocak ayının son hutbesinde 'Millî hasletlerimize ve dinî inançlarımıza ters düşen görüş ve iddialar, kimler tarafından ortaya atılırsa atılsın, bunlara itibar etmemek gerekir. Fikir ve inanç özgürlüğü, bu tür görüş ve iddiaların ortaya atılması için bir gerekçe olamaz.' denmektedir."
"Üç yıllık hutbelerde savaşı teşvik eden ve kutsayan ifadeler 135 defa kullanılırken, sadece dokuz kez savaş olumsuz anlamda dile getirilmiştir. 2005 Ağustos son hutbesinde de paralel bir düşünce yer alır: 'Milletlerin varoluş mücadelesi olarak nitelendirdiğimiz savaşlar…'; 'Uğrunda canların seve seve feda edilebileceği değerleri olmayan ve millî onuru bulunmayan toplumlar millet olamazlar.' Ve 2003 Ekim son hutbesinde, 'Ne var ki, ‘su uyur düşman uyumaz’ atasözünde vurgulandığı gibi, Müslüman Türk Milletinin düşmanları hiç uyumamış, hep sinsi emeller beslemiş" denilmektedir. Okutulan hutbelerde 'düşmanlık' kavramı olumlayan anlamda 30 kez kullanılırken, düşmanlığı dışlayan anlamda ise sadece 17 kez kullanılmıştır."
"Cuma hutbelerinde İslam’ın evrensel anlayışının aksine sıkça ifade edilen 'asil millet' ve yaratıcıya mahsus olan 'yüce' gibi sıfatlar dahi kullanılarak 'yüce millet' vurgusu, İslam’ın tasvip etmediği bir anlayıştır."
Uzun lafın kısası, Diyanet İşleri Başkanlığı dinî değil millî bir kurumdur. En "yerli ve millî", AKP-MHP ittifakına en uygun kurumlardan biridir. Kemalist devlet de, AKP hükümeti de bu kurumu aynı amaçla kullanmıştır, kullanmaktadır.
Sizi bilmem, ben Müslüman olsam vallahi de billahi de fena halde gocunurdum.
Roni Margulies