Geçtiğimiz 13 Mayıs, Soma kömür madeninde 301 işçinin “kaza” adı altında cinayete kurban edildiği facianın ikinci yıl dönümüydü. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “Madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği” sözleşmesini bir türlü imzalamayan, madencileri korumak için ufak tefek çabaların Meclis’te reddedildiği bir Türkiye’de bu maden cinayetinin öncesi yazıldı.
Toplumun bir kesiminin alın teri, kanı ve bedeniyle elde edilen ürünü, toplumun bir başka kesimini “sosyal politika” görünümünde tavlamak üzere kullanırken öldü o 301 insan... 301 tane oldukları söylenen insanlar...
Feda edildiler yani...
İşçiler, kararmış suratlarıyla, sedyede delik çoraplarının örtemediği ayakları önde çıktılar... Ölmeyen arkadaşlarının gözyaşları kapkara suratlarında yol yol iz bıraktı. Kadınlar, çocuklar hep ağlaştılar.... Babaları artık olmayan çocuklar hâlâ ağlamaya devam ediyorlar.
Madenlerde uyarı mekanizmalarının, korunma odalarının olması maden patronu için “maliyet arttırıcı” unsurlardı. İşçiler çok hızlı, çok fazla ve çok hızlı çalışmak zorundaydılar. Çünkü kömür dağıtımı durmamalıydı.
İşçiler ölse bile garantili bir durum vardı zaten... Çünkü kapıya sayısı çok ve topu topu 1000 küsur liralık ucuz bedenlerin milleti gelecekti nasıl olsa...
İşçi milletinin cansız bedenleri madenden çıkarılırken üzüldük. Ama o kadar işte... Sonra unuttuk.
Yukarıdaki mahallelerde Sortie’lerde, Reina’larda, Huqqa’larda alkollü, alkolsüz drink alan ve liberal ekonomimizin, piyasamızın bütün nimetlerinden faydalanan kaymak tabakamızın ya da pahalı bedenlerin milleti değildi elbette o kirli paslı madenlerdeki insanlarla empati yapacak olanlar...
Onlar, kaza olmadan önce ve kaza olup bittikten ve hiç olmamış gibi olduktan sonra, Boğaz’a karşı, ne kadar kalkındığımızdan, ne kadar başarılı bir ekonomimizin olduğundan ve uluslararası itibarımızın ne kadar yükseldiğinden dem vuruyorlardı muhtemelen...
Gayet sportif takım elbisesi ve kanatlanan bedeniyle rüzgarda uçuşan kravatıyla modern, çağdaş ve de Avrupaî ‘danışman’ıngarantili şekilde polisten destek alarak tekmelediği, yerlerde sürünen madenci ise o günden bu güne hâlâ yattığı yerde elleriyle başını korumaya çalışıyor.
Şili’de madende mahsur kalan işçiler yaşam odalarında kurtarılmayı beklerken; “bizde olsa üç günde kurtarırdık” diye hava atıldıktan sonra, Şili’de o madenciler er veya geç sapasağlam kurtarılırken; her şeyin en iyisinin olduğu, her şeyi en iyi bilen tanrıcıklarla dolu olan güzel ülkemizde madende ölen insan bedenlerinin çıkarılıp çıkarılmadığından bile emin olamadık doğru dürüst.
Öncesi ve sonrasıyla, etrafında dönen siyasal hamaset nutuklarıyla, kibirli hal ve tavırların altında göz göre göre insanlar öldürülürken, acımasız ve de insanları acımasızlaştıran bir ideoloji şimdi de o işçi milletini tam anlamıyla konuşamayacak, elini kolunu bağlayacak bir yasaya imza attı.
Yani bundan böyle eğer işçiye ihtiyacınız olursa, depodan mal çıkarır gibi, adına “özel istihdam bürosu” denen yerlerden işçi kiralayacaksınız. O ucuz bedenlerin sokulabileceği en son aşamadayız yani.
Bir zamanlar gayet yaygın olan, tarımda hâlâ geçerli olan “çavuşluk” mekanizmasına benzer bir şekilde, işverenin işçiyi yani çalışanı adam yerine koymadığı, onun üzerindeki ‘mal sahibiyle’ muhatap olduğu bir köle çarkımız kurulmuş oldu. Üstelik işvereni gerçekten ‘işveren’ olmaktan çıkaran, işçinin sahibi olarak istihdam bürosunu öne çıkaran, dolayısıyla işverenin her türlü tasarrufu karşısında işçinin hiçbir hukuki gücünün kalmadığı bir kölelik durumu, dünya kapitalizminin kurnaz alaturka versiyonu olarak memleketimize gelmiş bulunuyor.
Yeni Türkiye’mizin köprüleri, Marmarayları, duble yolları, bedava kitap ve sağlık hizmetleri karşısında minnet ve şükran duymaya devam edebilmemiz için hükümetimiz, Reis’imiz, efendimiz her türlü önlemi almış bulunuyor...
Ferhat Kentel
(Bas Haber)