Kıran kırana patolojikleşmiş bir taraflar savaşı sürüyor. Adaletle, vicdanla bakmak artık pek mümkün değil...
Çünkü taraflar ötekilerin yok olmasını istiyor sadece ya da en fazla görünmez olmasını... Ötekilerin, bırakın talepte bulunmasına, görünmesine bile tahammül edemiyorlar.
Çok temelde ve basit düzeylerden örülmeye başlayan bir zihniyet söz konusu...
Mesela, devlet resmiyetiyle arasındaki ilişkiyi “sivil” tutmaya çalışan bir özel üniversitede bir elemanın işine son verilir. Eleman, üniversitenin sivilliğinden ziyade devletin resmiliğine daha yakın olan, genç ama makbullük ve kariyer basamaklarını hızla tırmanmış olan birisidir.
Elemanın işine son verilirken gerekçe bu sivillik-resmilik meselesi midir, bilmiyorum ama devletin resmi kollarında daha rahat eden aparatçikler hemen demokrasi ve özgürlük dersi vermeye başlarlar. İşine son verilen kişiyi, sosyal medyadan göstere göstere (“bak ben ne kadar empatikim!”) kendi üniversitesine davet ederek “özgürlük dersi veren” birileri, “liberal demokrasi havarisi” olarak ortaya çıkarlar.
Ama çaresiz, insanın aklına Halil İbrahim Yenigün ve üniversitelerden atılan bütün diğer akademisyenler geliyor. “Özgürlük dersi verenler” keşke Halil İbrahim’lerin durumuna dair de biraz “özgürlük dersi” verseler diyor insan...
Buraya kadar her şey çok sıradan.. Ancak bu temel üzerinde kan revan içindeki olaylar serpilip gelişiyor...
“Sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar” diyerek hafifçe, nazikçe ve de elimizle ekran dışına iterek görünmez olduğunu zannettiğimiz “vur-kır-parçala” zihniyeti artık her yerde...
Önce hangisi hangisine indi, pek belirsiz... Ama siyasetin şiddeti ve taraftarlığı futbol tribünlerine indi; futbol tribünlerinin şiddet dili de siyasetin dili oldu artık...
Kendisini “sol” olarak tanıtan bir internet sitesi linç edilerek öldürülen Yasin Börü adına düzenlenen bir anma toplantısını “gerici etkinlik” olarak ilan etmiş...
Yani başkalarının bedenlerinin hiçbir anlam ifade etmediği, bu nefret dolu “solculara” göre, linç edilerek öldürülen Yasin Börü’nün de hiçbir önemi yok...
Tabii ki, sosyal medyada bu “solcuların” karşıtı olanlar da içlerinden geçen cevabı verdiler; her türlü linç sözünü verdiler.
1 Kasım seçimleri öncesinde, Ankara Garı önünde yapılan barış mitingine, Türkiye’yi dörtnala savaşa koşturmak isteyenlerin organize ettiği bombalı intihar saldırı sonrasında Akit TV’nin yaptığı röportajlarda öldürülen yüzlerce insan için nasıl hiç üzülmediğini anlatmıştı birileri.
Akabinde Konya’da oynanan milli maçta patlamada hayatını kaybedenler için yapılan saygı duruşunda tribünlerin “Ya Allah Bismillah Allahuekber” ve “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarının, ıslık ve yuhalama seslerinin yükseldiğini de hatırlayalım.
Eğer ölen öbür taraftan biriyse, en fazla, ceset muamelesi görüyor. İnsanlar ortalığa saçılan insan bedenlerinde sadece kendilerine ait olanı arıyor.
Böyle bir atmosferde, devletin (tekrar edelim; “devletin”) güvenlik (tekrar edelim; “güvenlik”) görevlileri tarafından çekilen bir klip yerli yerine oturuyor. Bir tuğla çekilse yıkılacak duvarın taşları gibi üst üste örülüyor yani...
Namlusuna mermi sürülen silah görüntüleri eşliğinde, “Herkes Ermeni, hepsi kalpazan” sözleriyle başlayıp, “Eğer değişmezse kafalara sık lan!” gibi derin anlamlı cümlelerle devam eden, baştan aşağı ırkçı nefret söylemiyle donanmış, Amerikan menşeli rap tarzını “milli hassasiyetlerimize” rapteden, süper sofistike teknolojilerle çekilen bir klip, Türkiye’ye ne vadettiğini söylüyor.
Bu hastalanmış bir hal; bir patoloji... Rasyonalitenin alanı değil; aklın ve kalbin de değil; “akleden kalbin” hiç değil... Bu beyni ve kalbi kapatarak“tutkulaşmış” bir muhakeme türünün ürünleri...
Belki de, “muhakeme” bile içermeyen bu tür bir patoloji karşısında travmaya uğramış insanlarla nasıl muhatap olunuyorsa, öyle muhatap olmak gerekiyor.
Anlayışla, şefkatle...
Ferhat Kentel
(Bas Haber)