Alan Kurdi’nin sahilde cansız yatan bedenini görüp de yüreği yanmayan, kahrolmayan insan evladı var mıdır acaba? Eğer varsa, onlara “insan evladı” sıfatı yakışır mı acaba? Ya da Alan’ın bedeni görüp, “bizimkilerin bedenleri”ni öne çıkaranlarda “insan evladı” miktarı ne kadardır acaba?
Suriye’den Türkiye’ye, Akdeniz’den Avrupa’nın sahillerine, Yunanistan, Makedonya, Macaristan sınırlarına yüzbinlerce insan yığılıyor. Kapılarda dikenli teller, gaz sıkan polisler ve “kimlik” takıntılı ulus-devlet karşılıyor onları.
Yeryüzü koskocaman bir sahne ve Güney’in topraklarından koparılmış göçmenler, yüzer biner feda ettikleri kendi bedenleriyle, Kuzey’in (ya da Batı’nın) vicdanını test ettikleri bir trajediyi sahneliyorlar.
Cizre başka bir sahne... Gencecik askerler, küçücük çocuklar, yaşlı insanlar keskin nişancıların, patlayan mayınların kurbanı oluyorlar. Evlerine kapanan insanlar, yatak altlarına saklanan çocuklar ileride, bambaşka vesilelerde patlayacak travmalarını biriktiriyorlar.
Ve daha başkaları... Hepsi sadece bir kısmımızın derdi... Öbür tarafta edebiyat bol: “Ama zaten en çok biz yardım yaptık”, “Ama Cizre’de o çocukları kendileri öldürdü” vb.
Ve bu arada Mazlumder’in Cizre raporunu yeni rejimin medyası görmeye tenezzül etmiyor...
Cizre’de yitirilen, Akdeniz’in derinliklerine dökülen bedenlerde bu korkunç dünyanın ahı var.
Burnundan kıl aldırmayan, konforları bozulmasın diye üç-beş tane numunelik mülteciye kapı açan, Güney’in lanetinde pay sahibi Avrupa devletleri...
Kimliklerindeki “Müslüman” sıfatını bir “rıza” stratejisine indirgeyen, daha serin ülkelerdeki dostları tarafından “sermaye” olarak ağırlanıp, “yatırım” yaparken, mültecileri görmeyen Körfez ülkelerinin petrol şımarığı emirleri, kralları...
Mülteciyi ucuzun da ucuzu işgücü olarak kullanıp, buna rağmen parasını vermeyen “akıllı Türk işverenleri”; “Yardım yapamayız, yoksa alışırlar; şehrimizi terk etmeleri için mühlet verdik” diyebilen; otobüslere, dolmuşlara Suriyeli mültecileri aldırmayan, devlet otoritesiyle adam olmuş tüm zamanların Türk valileri...
Her durumda, hepsinde sorumluluklarını örtecek bir gerekçe ya da kalıplaşmış söylem muhakkak var...
Ama her durumda, bütün ilgili kurum ve şahsiyetler kafalarındaki “yerli” ulus-devlet ya da herhangi başka bir duygusal kurguyla inşa edilmiş sınırlar içinde cemaatleşmiş bir kimliğin sunduğu kolay bir tanımdan besleniyorlar.
Ait oldukları o dairenin içinden bakarken, başkaları hakkında zerre kadar duygulanamıyorlar.
Hamasetin dört koldan salgılandığı postmodern muhafazakâr Türkiye’de duygular artık sathileşti; okumak, düşünmek, tefekkür etmek, kalbin derinliklerinde yolculuk yapmak gibi faaliyetler alay konusu...
“Çalıyor ama çalışıyor” gibi ahlâksızlıklar atasözü haline geldi; üstelik bu ruh hali “dindar” kisveli bir iktidar zamanında şaha kalkmış halde...
Tek bir adamın, bütün korkuları, bütün kompleksleri temsil edebilir hale geldiği, başka duyguların terk-i diyar ettiği bir basitlikte yaşıyoruz. Ancak sahip olduğumuz pozisyonlarla, ait olduğumuz yüzeysel kimlik işaretleriyle varolduğumuzu zannediyoruz.
Duyguları aşınmış; sadece kendi “ulvi” hedeflerine kilitlenmiş, empati yoksunu, hamasetin içine serpiştirilmiş sembolik hatırlatmalarla varolabilen ve bu şekilde harekete geçebilen, efendisinin yolladığı mesajlardan başkasını duyamayan güruhlar hakim bugün bu memlekette.
Bu güruhlar birbirlerinden çok ayrı değil. Tabii ki dönem dönem birbirleriyle nefret ilişkisi içine giriyorlar ama AKP iktidara geldiğinde, ona karşı 28 Şubatçı / Ergenekoncu bir zihniyetle bayrak tapınması yapanlar, her ne kadar bugün Yenikapı’ya koşturanlardan farklı gibi görünse de, performansları, dolayısıyla olma biçimleri arasında zerre kadar fark yok.
Sürekli kendine yontan bir “milli” ruh inşa eden “Türküm doğruyum”u neden kaldırdınız ki, diye sormadan edemiyor insan...
Yaptığınız şey aynı değil mi?
Ferhat Kentel
(BasNews)