Karl Marx kapitalizmin kendisini iyiden iyiye gösterdiği iki duruma dikkat çekiyordu. Bunların ilki, fabrikalar ve makineler gibi "üretim araçlarına" sahip olan ya da bunları kontrol edenler ve işçiler arasında gerçekleşiyor: Kapitalistler kârlarını büyütmek için işçileri sömürür. Ve kendi aralarında yaşadıkları ikinci durum da tam bu noktada devreye giriyor: Rekabet onları yeni teknolojilere yatırım yapmaya ve rakiplerinden fazla kazanabilmek için işçilerin cebinden daha fazla almaya zorlar.
Kapitalizmin bu rekabetçi doğası piyasalarda patlamalar ve çöküşler döngüsü yaratmanın yanı sıra ihtiyaç fazlası üretime de yol açtı, çünkü rekabette avantaj yaratan “çözümlerden” biri de şirketlerin bir ya da birden fazla malı daha fazla sayıda üretip pazardan en büyük payı kapmaya çalışmalarıydı. Sonuç olarak işçiler bu sarmal içinde daha da yoksullaşıyor, yaşanan ekonomik krizler derinleştikçe ve her bir krizde kapitalistler o krizlerden beslenip servete el koyma girişimlerini devreye soktukça yükselen enflasyonun faturası da -tıpkı şu anda yaşamakta olduğumuz gibi- işçilere kesiliyor.
Krizler kapitalizmin doğal süreçleri, öyle ki krizsiz bir kapitalizmi düşünmek mümkün değil.
Rosa Lüksemburg’un devrimci mirası
Küçük bir Polonyalı sosyalist grubun üyesiyken Berlin'e taşınıp 1918 Alman Devrimi sırasında sosyalizm mücadelesine öncülük etmiş olan Rosa Lüksemburg tarihsel gelişmenin ekonomik gelişme tarafından şekillendirildiğini gören Marx’ı takip ederek, zengin ve güçlü azınlıklar ile sömürülen işçiler ilişkisinin yıkıcılığına vurgu yapmış ve kapitalist bir toplumda devlet mekanizmasının da kapitalistler tarafından kontrol edileceğine dikkat çekmişti. Dahası, kapitalizmin kendisine içkin sorunları ve yıkıcı dinamiklerinin reformlarla ıslah edilemeyeceğini de gördü. Kaldı ki reformların devreye alınabilmesi için bile işçilerin ve ezilenlerin sokakta kararlı bir kitlesel mücadele yürütmeleri, şirketler ve devletler üzerinde basınç oluşturmaları gerekecekti.
Savaş karşıtı faaliyetleri nedeniyle cezaevine giren Rosa Lüksemburg, silahlanmanın da kapitalizmin doğal bir sonucu olduğunu söylüyordu. Böyle bir sistemi daha istikrarlı ve insancıl hale getirebileceği öne sürülen reform önerilerine karşılık, kendi yarattığı krizleri sonlandırabilecek bir kapitalizm hayaline karşı “reform mu devrim mi?” tartışmasını sunmuş olmasının nedeni buydu.
Neticede kapitalizm o günden bu yana olgunlaştı ama iddia edildiği gibi kendi krizlerini aşabilecek bir istikrara kavuşamadı. Bilakis her şey daha da kötüye gitti, var olanlara yeni krizler eklendi. Şimdi de karşımızda bir halka yöneltilen soykırım girişimini durdurmak için sokaklara dökülmüş milyonlar ve onların karşısına İsrail’e destek vererek dikilmiş, hatta bununla da yetinmeyip soykırıma engel olmak isteyen ülkelere savaş açmaya cüret etmiş, elleri kanlı bir sistem var.
Kapitalizmin krizleri salt ekonomik krizler ve derinleşen bir eşitsizlik yaratmakla kalmıyor; savaşları, gıda ve sağlık krizlerini, toplumsal ve ekolojik krizleri de büyütüp içinden çıkılmaz hale getiriyor. İklim krizi gibi akıl almaz bir tükeniş sürecine sürüklenmemizin sebebi de yine sistemin bu irrasyonel doğası. Dolayısıyla kapitalizmi silahlar ve fosil yakıtlar üzerinde yükselen, kendi yarattığı krizler ve çatışmalardan beslenen, varlığını sürdürebilmek adına ırkçılığı, kadın düşmanlığını, LGBTİ+ düşmanlığını, savaş çığırtkanlığını kullanan bir sistem olarak özetleyebiliriz.
Kapitalizmin açgözlü, yıkıcı ve insanlık dışı dinamiklerinin izini sürerek kendi anlayışını ve dolayısıyla bizim anlayışımızı da genişleten Lüksemburg bu baskı ve sömürü düzeninden kurtulabilmenin tek yolunun kapitalizmden kurtulmak olduğunu söylüyordu. Avrupa’da 1905 Rus devriminde kitlelerin devrimci mücadelesine yakından tanıklık eden Lüksemburg kitlesel ayaklanmaları, grevleri, isyanları ilham verici şekillerde yorumladığı analizlerinde reformlara yöneltilen inancın kökeninde kapitalistlerle uzlaşılabileceğine inanmanın yattığını söyledi, sosyalizmin reformlarla gerçekleşeceğini savunanlara karşı mücadele verdi.
Bugün açıkça ortada olduğu üzere, kapitalizm reforme edilemiyor, Lüksemburg'un sistemin bir ikilemle karşı karşıya olduğu yönündeki iddiası doğrulanıyor: "Ya sosyalizm ya barbarlık".
Değişimi talep eden kitlesel hareketlerin gücü
Kriz dönemlerinde sistemdeki çelişkiler kendini daha fazla gizleyemez hale geliyor. Son yıllarda bunu bilhassa pandemi krizinde ve iklim krizinde gördük, şimdi de Filistin halkına yöneltilmiş soykırım girişiminde çok net bir biçimde görüyoruz.
Lüksemburg’un kitlesel hareketlere tanıklık sürecinde fark ettiği şeylerden biri de, işçilerin devrimci bilinci kendi eylemleri aracılığıyla oluşturduklarıydı. Kapitalizmin bize sosyalizmin “önkoşullarını verdiğini” savundu, ancak bunun bizim bilinçli müdahalemiz olmadan, işçi sınıfının siyasi mücadelesi olmadan gerçekleşmeyeceğini de ekledi.
Elbette bu, devrimcilerin reform mücadelelerine katılmaması gerektiği anlamına gelmiyor. Bilakis, reformlar için mücadele etmek de sistemin önceliklerine meydan okumak anlamına geliyor çünkü kitlesel mücadelelerde yükseltilen talepler egemen ideolojiyi sarsma gücündedir –ve devrimciler bu mücadeleler için gereken en iyi stratejilere sahip. Reformistler neyin başarılabileceğine dair beklentilerini sınırlama eğilimindeyken devrimciler taviz vermeyen bir mücadele ile basınç oluşturabileceklerini bilir ve sistemi sürdürmeyi destekleyen reformlar yerine tüm sisteme meydan okuyan reformlar için mücadele verirler. Tıpkı iklim mücadelesinde olduğu gibi, sistemin asli bileşenlerinden biri olan fosil yakıtlara son verme talebi yükseltilir –ki iklim krizini sonlandırmak adına atılabilecek tek makul adım da budur zaten.
Reformları gerçekten istiyor olmamızdan dolayı da mücadele ederiz. Örneğin, iklim krizini sonlandırmak, ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını tarihe gömmek, yaşam koşullarımızı iyileştirmek istiyoruz. Haliyle devrimciler reform mücadelelerinin de ön saflarında yer alır.
Ancak sistem, talep ettiğimiz bu reformlarla sarsılma riskiyle karşı karşıya kalacağından hiçbiri hayata geçirilemez ve bu gerçek karşısında, sokakta verilen mücadelenin (yine tıpkı iklim hareketinin mücadelesinde olduğu gibi) giderek radikalleşip büyümekten başka bir şansı da yoktur.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)