‘100’üncü Yıl’cı sosyalistler, ulusalcılık ve cumhuriyet tarihi

29.10.2023 - 10:55

Beklenen oldu elbette. Cumhuriyetin 100. yılı bir kısım solcu tarafından coşkuyla kutlandı. Özgürlük yürüyüşünü Mustafa Kemal övgüsüne bağlamakta hiçbir beis görmeyenlere ısrarla anlatmak zorundayız. Cumhuriyet kimsesizleri kimsesi değildir, bilakis onbinlerce insanı kimsesiz bırakmış bir ekonomik, siyasi, ideolojik, askeri mimaridir.

Cumhuriyet, kabaca Kemalist devletin bir diğer adıdır.

“Kemalizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluşu yıllarında, yeni bir burjuva devlet yaratma sürecinin ideolojisidir. Tek ve temel anlamı ve işlevi budur. Bu ideoloji, yerli ve Müslüman ticaret burjuvazisinin kendisini egemen sınıf olarak oluşturmak ve pekiştirmek için gerekli gördüğü her şeyi teorize etmiş; ulus bilinci olmayan yerde ulus, sınır olmayan yerde millî sınırlar ve yerel bir pazar yaratmıştır. Bu arada, ülkede yabancı işgal güçleri olduğundan ve bunların olduğu yerde ulus devlet yaratılamayacağından, bir de anti-emperyalizmi andıran bir dil tutturmuştur.”

Bu, Roni Margulies’ten bir alıntı. Kemalizm tartışmalarında kurulması gereken ilk cümle. Dolayısıyla 100. yıl tartışmalarına girişi de bu zemine yaslanarak yapmakta fayda var. Kemalizm’i ilerici bir gelişme olarak görenlerin temel sorunu, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği acı dolu tarihi görmemeleri. Öncelikle kavrayamadıkları nokta şu: Burjuvazinin ilericiliği, herhangi bir burjuva devriminin ilk günü sona erer. Bir devrimin sürekliliğinin önemi, burjuvazinin bu gericiliğinde gizlidir. En ilerici olduğu gün, sınıf çıkarları için tüm yoksulların hakları üzerinden buldozerle geçmekte bir sakınca görmeyen patronlar sınıfının siyasal eyleminden bu kadar ümitvar olmak geleneksel ve ulusalcı Türk solunun bir kesimine özgü.

Marksistlerin ise burjuva devrimlerine bir günlük bir hadise olarak baktıkları çok açık. Burada burjuva devriminden kasıt, iktidarın babadan oğula geçmesinin dışında, seçimle yöneticilerin belirlenmesi. Ne bir fazla ne bir eksik. Belki bir şehzade ailesinin kan bağıyla iktidarı kuşaktan kuşağa aktarmasından bahsetmiyoruz ama  1923’ten 1950’lere kadar tek adam rejimi, 1960'lardan 1990’lara kadar sağcı Demirel rejimi, son 23 yıl sağcı Erdoğan rejimi ve tüm cumhuriyet tarihi boyunca ordunun siyasete müdahalesinin sürekliliği düşünüldüğünde insan biraz şüpheye düşmüyor değil. Marx’ın Avrupa’da 1848’de patlayan devrimci fırtına hakkındaki sözlerini Cliff şöyle aktarır:

Demokratik küçük-burjuvazi mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde devrimi sona erdirmek umudunda olsa bile ... bizim çıkarlarımız ve görevimiz devrimi sürekli kılmaktır - bütün az veya çok varlıklı sınıflar iktidardan düşürülünceye, proletarya devlet iktidarını ele geçirinceye ve proletaryanın birliği, sadece tek bir ülkede değil, dünyanın tüm hakim ülkelerinde proleterler arası rekabetin tükenmesi ve en azından önemli üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmasıyla sağlanıncaya değin.” Bu söylevini Marx şu sözlerle bitirmiştir: “Onların (işçilerin) savaş narası sürekli devrim olmalıdır!

Marx’ın bu perspektifi, 1923’e uyarlandığında sürekli kılınacak bir devrimden söz edemediğimizi de gösteriyor. Kemalist devrimin devrimciliği antiemperyalistliğinden daha az sahte değil çünkü.

İşçilerin ve yoksul köylülerin gücüne ihtiyaç duyan burjuvazinin, devrimin birinci günü kendi devlet aygıtını mükemmelleştirmek ve iktidarını sağlama almak için yoksullara saldırmasının bir tarih yasası olmasının asli nedeni, mücadelede birliğini geliştiren yoksulların ellerinde tuttukları silahları kendisine doğrultmasından ödü patlamasıdır. 1923 bu “tehlikeden” de çok uzaktır. Zira tepeden tırnağa askeri bürokrasinin silahlandığı ve silahlandırdığı bir süreçten söz ediyoruz 1923’ten söz ettiğimizde.

Cumhuriyet, Marksizm, milliyetçilik

Türk solunda Kürt sorununa bakışta oluşan farklılıklar, genellikle Kemalizm’in ilericiliği konusunda alınan tutumların farklılığıyla paralellikler taşır. Bu paralelliklerin temelinde ise Stalinizm’in Türk solu üzerindeki etkisinin yattığını yine Roni Margulies şöyle açıklıyor:

Cevap, Stalinist bürokrasinin 1920’lerin sonlarından, 1930’ların başlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda yeniden formüle etmeye başladığı ‘Marksizm’de yatar. Bürokrasi, iktidarını pekiştirme sürecinde, önce ‘gerçekçileşerek’ dünya devriminden vazgeçmiş ve tek ülkede ‘sosyalizm’i inşa etme yöntemi olarak ulusal kalkınma ve sanayileşme hedefini öne çıkarmıştır. Ardından ve buna uygun olarak, milliyetçiliği Marksizm’in içsel ve doğal bir unsuru olarak teorize etmiştir. Marksist literatüre, bu tarihten itibaren, on yıl öncesinde hiçbir Marksist’in tanıyamayacağı, 70 yıl öncesinde ‘İşçi sınıfının vatanı yoktur’ diyen Marx’ın kendisini dehşet içinde bırakacak bir ‘vatan, millet’ söylemi girmiştir.

Bu tartışma işçi sınıfı saflarında sosyalizm için mücadele edecek ve örgütlenmeye çalışacak olanların sol milliyetçilikle neden hesaplaşmak zorunda olduğunu da gösteriyor. Hem egemen sınıf milliyetçiliğine hem de sol içindeki milliyetçiliğe karşı (özellikle bu ikincisi egemen sınıfın “milli” çıkarlarını işçi sınıfı açısından kabul edilebilir hale getirdiği için) keskin bir tartışma yürütmek zorundayız.

Milliyetçilik, yurtseverlik Marx ve Engels açısından işçi sınıfının düşmanı fikirlerdi. Engels’in 1845 yılında Marx ve kendisi adına kaleme aldığı “Londra’da Uluslar Şenliği” başlıklı makalede yapılan “Bütün ülkelerin proleterlerinin çıkarları aynı ve düşmanları ortaktır... bir bütün olarak proleterlerin gelişmesi ve bütün eylemleri özünde insancıl ve anti milliyetçidir” vurgusu, Marksizm’in daha doğuş günlerinde milliyetçilikten tiksindiğini gösterir. Marx ve Engels, günün modası öyle diye değil, enternasyonalizm devrimci fikirlerinin temel özelliği olduğu için ilk parti örgütlenmesini İngiltere, Almanya ve Fransa’daki işçi liderleriyle görüşerek, birlikte örgütlenmeye çalışarak Avrupa çapında etkili bir siyasi gelenek yaratma yoluna gittiler. Marx “milliyetin sınırlarını parçalamak” için enternasyonalist bir örgütlenmenin zorunlu olduğunu daha 1846 yılının başlarında söylüyordu.

Fransa’da 1848-1850 yıllarında sınıf savaşlarını incelediği broşüründe Marx, “Yeni Fransız devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır” diyordu.

Solun geniş kesimlerinin Türkiye’de milli bir sosyalizm olabileceğini düşünmelerinin nedeni, kendi egemenliğini, zorbalığını, şiddetini kullanarak kapitalist üretimi yeniden örgütleyen Stalinist bürokrasinin “milliyetçi sosyalizm” teorisini savunmalarıydı.

Oysa, tek bir ülkede sosyalizmin kurulmayacağı, ütopik, maceracı entelektüellerin uydurması değil, bilimsel sosyalizmin vazgeçilmez bir öğesidir. 1917 devriminin gerçekleşmesine yardımcı olan Bolşevik Partisi’nin tüm üyeleri için, sosyalist devrimin ancak dünya çapında zafere ulaşabileceği ve tek bir ülkede devrimin yaşaması için özelikle ekonomisi gelişkin kapitalist ülkelerin işçi sınıfının bu devrimi tamamlaması gerekliliği kesin bir koşuldu.

Stalinizm’in ve Kemalizm’in, ikincisine vehmedilen “antiemperyalist özelliklere” de karşı çıkarak farklı egemen sınıfların ezilenler üzerindeki baskıyı kurumsallaştırmak için devreye sokulmuş fikri gelenekler olduğunu vurgulamak işçi hareketi içerisinde milliyetçiliğin hiçbir türüne taviz vermeyen bir sosyalist geleneğin inşa edilmesinde belirleyici bir role sahiptir.

Bazı sosyalistlerin 100. yıl vesilesiyle bu gerçekleri bir kez daha hatırlamasında fayda var. 

Cumhuriyet, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar

Geleceğe daha bütünlüklü bakabilmek için taihi gerçekleri yaşandığı gibi kavramak çok önemli ve 1915 Ermeni Soykırımı tartışmaları bu açıdan çok belirleyici. Henüz 1985 yılında gizlilik koşullarında yayınlanan Sosyalist İşçi gazetesinde yazan Doğan Tarkan şu gerçekleri tüm cesaretiyle açıklıyordu:

Birinci emperyalist paylaşım savaşı Ermeni katliamı için siyasal koşulları pekiştirdi. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidar olan İttihat ve Terakki ırkçı bir milliyetçilik politikasına sahipti. Bu ırkçı politikaların başlıca hedeflerinden biri de ulusal uyanışın en güçlü olduğu Ermenilerdi. İlk iş olarak 250 bin Ermeni genci zorla askere alındı ama ellerine silah verilmeyerek Çalışma Taburları’na yollandılar. Ardından 24 Nisan 1915’te 254 Ermeni aydını İstanbul’da tutuklanarak Ayaş ve Çankırı’ya gönderildiler ve topluca katledildiler. Böylece Ermeni halkı ileri, aydın unsurlarından mahrum bırakıldı. Ardından Osmanlı askeri birlikleri yoğun bir Ermeni katliamına giriştiler. Katledilen Ermenilerin sayısı üzerine çeşitli iddialar var. Her ne kadar bu sayının kesin olarak saptanması olanaklı değilse de ortaya atılan en küçük sayılar bile katliamın boyutlarının ciddiyetini göstermektedir. Yüz binlerce Ermeni 1915 katliamında hayatlarını kaybetti. Basılan, yağmalanan köylerde erkek nüfus derhal imha ediliyor, toplanan yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ise korunmasız olarak güneye, Suriye’deki toplama kampı Deir ez Zor’a yollanıyordu. Bu uzun ve çileli yürüyüş boyunca da katliam sürdü. Anadolu yolları aylar boyunca katledilen Ermenilerin cesetleri ve iskeletleri ile doldu.

1915’te yaşananlar, İttihat ve Terakki’ye bakış, cumhuriyet tarihinin tüm dinamiklerini anlatmakla kalmıyor, o süreci kimin nasıl ele aldığını, kendi egemen sınıfıyla nasıl bir ilişki kurduğunu ve devlet sorununu nasıl ele aldığını da gösteriyor. Devletten, devletin ideolojisinden, tüm cumhuriyet tarihinde neredeyse sınırsız bir şekilde palazlanan Türk burjuvazisinden bağımsız bir siyasal bir tutum alabilmenin şartı, 1915 tartışmalarında bu tutumu almaktan geçer.

Roni Margulies, bir yazısında Baskın Oran’dan yaptığı alıntıda bu soruna yaklaşımın önemini vurguluyordu:

Ulus denilen şey iki türlü inşa edilir: Kan esası, toprak esası. Eğer ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisinden başka çare yoktur. Bu durumda, ülkenin üst-kimliğinin (devlet tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu alt-kimlikleri (vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek için, bütün bunların adlarından farklı bir ad olarak seçilir. Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan edilip sonra da ‘Bu ad herkesi temsil ediyor’ denemez.

Ama Türkiye’de deniyor!

Sosyalistlerin Kürt sorununa bakışı da en başından itibaren problemli bir yöne sahipti. Sol milliyetçiliğin güçlenmesinde belirleyici olan Stalinizm’in ulusal sorunlara yaklaşımındaki Rus sosyal şovenizmi tarafından tayin edilen kabalık, solun Kürt sorununa bakışındaki Türk milliyetçiliği efektini güçlendiriyordu.

Millî bir anti emperyalizm sosuna bulanmış, ilerici cumhuriyetin değerlerini vurgulayan, Kürtleri ancak ortak vatan savunusu yaparlarsa önemli gören garip bir sol vardır Türkiye’de. 

Tartışma Kürt sorununa geldiğinde Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin içeriğinden habersiz bütün ulusalcı Türk solcularının yaptığı gibi, Kürtlere akıl vermeye başlamışlardı.

Türkiye’de 1980’lerin başında mücadeleye başlayan Kürtler, 1990’ların ortalarından itibaren uzun süredir ‘birlikte yaşamaktan’ söz ediyordu. Kürtler 1999 yılından beri net bir biçimde birlikte yaşamak, bağımsız bir Kürt devleti yerine eşit haklara sahip bir halk olarak yaşamak istiyor. Bunu her fırsatta, her düzeyde dile getiriyorlar. Birlikte yaşama vurgusuna rağmen Kürt siyasetçiler üzerinde dönem dönem uygulanan ağır baskı politikaları baskı altındaki her halkın doğal, bir halk olarak varoluşundan kaynaklanan ayrılma hakkını dile getirseler hangi biçimleri alabilir, tahmin etmek zor değil.

Ezen ulusun sosyalisti diye bir şey vardır!

Türkiye’de demokratik muhalefetin önde gelen çok sayıda kanaat önderi ‘ezen ulusun sosyalisti’ tanımına yabancıdır. Ezen ulusun sosyalistiyseniz, en başta bir şeyi yapamazsınız: Ezilen halkın nasıl yaşamak istediğine karışamazsınız.

Karışabileceğiniz tek şey, ezilen halkın kaderini ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşayabileceği koşulları gasp eden ezen mekanizmadır.

Kürt halkı nasıl yaşamak istediğine özgürce karar verebileceği koşullarda mıdır?

Hayır! Milletvekilleri, liderleri, hareketi ve dili hâlâ açık bir biçimde tehdit altında. Kürt siyasetçiler özgürlük talep ettiğinde, devlet yetkilileri sık sık “Üniter devletin çivisini oynatırsanız, çivinizi çıkartırım” yanıtını veriyor.

Ezen ulusun sosyalistleri Kürt muhaliflerin önüne “ABD’nin gerici operasyonlarına ortaklık adına eklemlenmeme” şartını koymakla meşgul. Oysa, ezen ulusun sosyalistleri, ezen aygıtla, ezen ulus milliyetçiliğiyle, ırkçılıkla, Kürtlerin barış talebine çivici yanıtlar verenlerin teşhir edilmesiyle uğraşmalıdır.

Ezen ulusun ezilenleri kendi egemen sınıf milliyetçiliğine ne kadar güçlü bir yanıt verebilirse, Kürt halkı ve halklar arasındaki kardeşlik duygusu o kadar avantajlı çıkar.

Karl Marx, İrlanda özgür olmadan İngiliz işçi sınıfının özgür olamayacağını söylerken, ezen ulusun işçilerini egemen sınıfa ve devlete karşı mücadelede halsiz düşüren, çaresizliğe iten gerçek belanın gündelik yaşamda alıcı bulan ve yukarıdan aşağı sistematik bir biçimde pompalanan ezen ulus milliyetçiliği olduğunu anlatmak istemişti.

Gerçekten özgürlükten yana olanların tartışması gereken temel sorun “1915’te ne oldu?” sorusu olmalı.

Ezilen ulusun halk hareketinin ve liderliğinin, sosyalistlik iddiaları ve özellikle bu konuda tekel oldukları yönündeki varsayımları, bir başka tartışma konusudur. Ezilen halka, eleştirel ama koşulsuz destek vermek, sosyalistlerin öncelikli politik yaklaşımı olmalıdır. Ne yazık ki Stalinizm ve Kemalizm’in solculuk sosuna bulanmasıyla açığa çıkan sosyal şovenist yaklaşıma sahip olanlar, Kürt sorununda “koşulsuz eleştiri, arada sırada destek” tutumunu benimsedi.

Kemalizmi ilerici, AKP’yi gerici görmek, cumhuriyeti ilerici Hamas’ı gerici görmek, 1915 anması düzenleyenleri liberal Mustafa Kemal’i sol süslerle ananları devrimci görmek, Ahmet Türk’e yumruk atanı işçi Türk’ün kendisini toprak ağası olarak görmek, Kürtlerin mücadelesini emperyalizmle işbirliği içinde görmek, tek parti rejimini ilericilikle, bu rejim altında gerçekleşen ağır hukuksuzlukları devrimcilikle eş tutmak bilcümle ulusalcıyı 100 yıl boyunca dışlananların karşısında bir yerlere konumlandırır. 1930’larda demiryollarında çalışan işçilere şiddet uygulayan bir rejimi böyle ateşli bir şekilde savununca bugün işçilerin yüzüne nasıl bakılabiliyor, gerçekten şaşırmamak mümkün değil.

Can Atalay için özgürlük yürüyüşünü cumhuriyete bağlamakla Hamas’ı IŞİD’le eşitlemek ve Filistin halkıyla dayanışmak için büyük bir miting çağrısı yapamamak hep aynı ulusalcılığın sonuçları. Hayata AKP prizmasından bakarsanız Mustafa Kemal ilerici Hamas gerici görünür size. 

Bize ise şöyle görünüyor: 100’üncü yılda kimi dışlıyorsanız hepimiz oyuz.

Şenol Karakaş



Bültene kayıt ol