Geçim pahalılığı krizi burada İngiltere’de, veya kapitalist sistemin “çekirdeği” denilen yerin başka kısımlarında yeterince kötü. Küresel güneyin büyük bölümünde ise bunun etkileri yıkıcı düzeyde. Salgının sonuçlarını halihazırda ağır biçimde yaşamakta olan yoksul ülkeler çifte tazminat ödüyorlar. Enflasyon gıda ve enerji fiyatlarının tırmanması demek.
Fakat öte yandan merkez bankaları tarafından buna çözüm olarak dayatılan, işsizliği arttırmayı hedefleyen faiz oranlarındaki artış, yoksul ve borç sahibi ekonomilerin sırtındaki yükü ağırlaştırıyor. Küresel borç krizine yönelik çalışmalar yapan Debt Crisis’in Financial Times tarafından aktarılan verilerine göre: “Dünyanın en yoksul 91 ülkesinin dış borçlarının geri ödemeleri 2023 hükümet gelirlerinin yüzde 16’sını oluşturuyor”, bu rakam 2011’de yüzde 6.6 olan aynı gelir yüzdesiyle kıyaslandığında belirgin bir artış görüyoruz. Sri Lanka’nın geri ödemeleri GYSMH’sinin yüzde 70’ine Pakistan’ınkiler ise yüzde 45’ine denk geliyor.
IMF, kendisinden görmeye alıştığımız bir ikiyüzlülükle, son Küresel Ekonomik Bakış bülteninde “GYSMH artışını yavaşlattığını” gerekçe göstererek kemer sıkma politikalarının “borç oranlarında görmezden gelinebilir bir etkisi olduğunu” beyan ediyor. Fakat buna rağmen yoksul ve borçlu hükümetlerin enflasyonu yenmek için kemer sıkma politikaları uygulamalarını salık veriyor.
Ancak American Affairs’te yayınlanan, David Oks ve Henry Williams isimli iki genç entelektüelin kaleme aldığı çarpıcı bir makale sorunun çok daha derinde yattığını savunuyor, “bir ülkenin gelişmesi için -yani basitçe fakirden zengine dönüşmesi için- bir ekonominin ileri düzeyde sanayileşmesini içermeyen, öyle kolaylıkla tekrarlanabilir bir strateji bulunmuyor.
Üretim endüstrisi sürekli arat üretkenliğe elverişli, kendine içkin limitler barındırmayan ve çok büyük hacimde kalifiye olmayan emeği soğurabilen bir endüstri modeli. Bu çerçeveden bakınca, “kabaca 1950 ve1980 arasındaki dönem … küresel ekonomik kalkınma bakımından bir nevi altın dönem olarak göze çarpıyor.”
Bu dönemde yalnız Batı kapitalizmi benzeri görülmemiş bir ekonomik patlama yaşamakla kalmadı, pek çoğu henüz bağımsız olan üçüncü dünya ülkeleri, güçlerini küresel rekabetin etkilerini sınırlandırmak ve endüstriyel gelişmeyi teşvik etmek için kullandılar. “Brezilya ve Meksika gibi dünyanın yoksul kısmının görece zengin ülkelerinde büyüme o kadar kuvvetliydi ki bu onları ani bir şekilde Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yakınlaştırdı.
Ancak bu süreç, 1970’lerde çekirdek ekonomilerin durağanlık, enflasyon ve artan işsizlikle boğuşmaya başlaması üzerine yarıda kesildi. Kırılma noktası ise Ekim 1979’da geldi. Amerikan Merkez Bankaları başkanı Paul Volcker, enflasyonu bastırmak için faiz oranlarını sert bir biçimde artışa zorladı. Bunun sonucu küresel durağanlık idi, ancak küresel Güney için “Volcker şoku” aynı zamanda bir borç krizi, ihraç ettikleri hammaddelerin fiyatlarında çöküş ve Dünya Bankası ve IMF’nin elinde bir neoliberal “şok tedavisi” anlamına geliyordu.
Bunu sanayinin küçülmesi izledi, zira Üçüncü Dünya üretiminin çoğu rekabetçi olmadıkları için kapatılmaya başlandı. Buna ziraatın küçülmesi eşlik etti. Köylü çiftçilerin çoğu, devlet desteğinin çekilmesiyle birlikte kendilerini dünya gıda üretimini hakimiyeti altında tutan devasa ziraat şirketleriyle rekabetin imkansız olduğu bir koşulda buldular. Yoksullar, “düşük verimli işler bulma arayışıyla şehirlere akın etti. Bu işer ezici çoğunlukla kayıtsız, gündelik ve düzensiz işlerdi ve bu durum yoksul dünya kentlerinin toplumsal peyzajını belirlemeye başladı.” Bunun sonucu ise Mike Davis’in “varoşlar gezegeni” dediği şey oldu.
Bu örüntüye istisna olanlar, örneğin Güney Kore, Çin ve Vietnam, coğrafi olarak avantajlı konumlarda bulunan güçlü devletlere sahiplerdi ve dünya pazarına ihraç etmek için sanayi üretimini teşvik edebildiler. Dünya Bankasının çığırtkanlığını yapıp durduğu küresel yoksulluğu azaltma verileri neredeyse tümüyle Çin’in etkisinin istatistik sonuçlarını yansıtıyor. Brezilya ve Güney Afrika gibi küresel Güney’in diğer büyük ekonomileri ise artan şekilde gıda ve hammadde ihracatına bağımlı hale geldiler, alıcı ise en temelde Çin.
Oks ve Williams’ın da işaret ettiği üzere, “yoksul ülkelerde, kötüleşen ekonomik koşulların temel ‘tahliye vanası’ ise daha güvenli kıyılara göç etmek olageldi.” Analizleri, Rishi Runak ve Suella Braverman gibilerin “kayıkları durdurmak” için giriştikleri zalimce çabaların abesliğinin altını çiziyor. Kitle göçü, küresel yoksulluğun kaçınılmaz bir sonucudur.
Oks ve Williams makalelerinin neticesinde bazı “yapısal reformlar” öneriyorlar. Tümüyle iflas etmiş olmasına rağmen hala hüküm süren neoliberalizme alternatifler aramak elbette iyi bir şey. Ancak gerçek şu ki, bu çaresiz duruma çözüm olabilecek tek şey devrim.
Alex Callinicos
Çeviri: Deniz Güngören