Sibel Erduman

Sibel Erduman son yazıları

Sibel Erduman tüm yazıları

07.05.2022 - 08:42

Bir kısa "filmle" körüklenen ırkçılık

Genç bir çift mutfakta;  mutfak büyük, ferah, beyaz badanalı ve bir duvarında İngilizce grafiti var. Erkek  buzdolabından sucuklu yumurta yapmak için malzeme alıyor, buzdolabını görüyoruz, buzdolabı ağzına kadar dolu…kadın grafiti olan duvarın önündeki masada rahat bir kanepede oturuyor ve mandolin çalıyor, çaldığı parça ; 

Fly me to the moon

Let me play among the stars

Let me see what spring is like on

A-Jupiter and Mars… 

Tarih 29 Nisan 2011

Kadın hamile, adam ona “biliyorsun sucuk işlenmiş bir et, yememen lazım..” diyor, kadın da “ aa babası ne yapıyım canı çekmiş…” diyor. Sonra televizyonda 2011 yılında, Hatay’dan iki yüz elli kişinin ‘Türkler gibi yaşamak istiyoruz, demokrasi istiyoruz’ diye giren bir grup Suriyeli haberi veriliyor. Biraz daha konuşuyorlar.

Ve sonra siyah beyaz bir ekran, savaş geçirmiş bombalanmış bir şehir gözüküyor (neden bombalanmış bir şehir, neresi burası? Filmde buna dair bir şey yok, herhalde İstanbul!) 

Tarih 3 Mayıs 2043 (3 Mayıs 1944 Türkçülük günü! Neden 2044 yapmamışlar onu bilemedim.) Bu arada filmin sonunda yönetmen ve oyuncular başlığı Türkçe değil, Orta Asya Türkçesi ile yazılmış.

Sonra genç bir çocuk İstanbul’un kenar bir sokağında yürüyor, (çocuğun adı Göktuğ, yukarıdaki çiftin çocuğu) Arapça bir müzik var, yanından siyah başörtü ve pardesü giymiş bir kadınla adam geçiyor ve çocuk duraklıyor…karşısında iki puşili genç (biraz esmer tenli) çocuğu göstererek Arapça bir şeyler söylüyorlar, söyledikleri arasında Türki lafı geçiyor ve çocuğu kovalamaya başlıyorlar. Kaçarken gene Arapça bir müzik var ve çocuk boş, terk edilmiş yıkık bir eve atlıyor orada saklanıyor. Çocuk Türk olduğundan dolayı kovalanıyor herhalde ama kısa sürüyor…hiç gerilmiyoruz. Nefret duygusunu bile vermiyor film, sanki mahallede sevilmeyen birisini mahalleden kaçırmak için yapılan bir kovalamaca havasında çekilmiş. 

Sonra Televizyonda “Esselamu Aleykum… oyların %50sini alan partimiz tek başına iktidara geldi. Suriye’den Anadolu’ya hicret etmiş vatandaşlarımızı en kalbi duygularımla selamlıyorum” diyen İstanbul eyalet başkanı Ahmet Bin Veli’yi görüyoruz. 

Aile masada, küçük bir kâsede ya domates ya da mercimek çorbası içiyor ve konuşulanlardan çocuğun doktor filan olamadığını ama bir hastanede temizlikçi olarak çalıştığını anlıyoruz. Hastanede kimsenin Türkçe bilmediğini söylüyor…(Bu arada anne baba sanki seksen yaşındaymış gibi beyazlaşmış saçları, sakalları vücut dilleri filan perişan haldeler, yalnız aynı evdeler, yani evleri duruyor ama İngilizce grafitli duvarı görmüyoruz). Ailesi çocuğun çalıştığı ve para kazanabildiği için durumlarına şükretmeleri gerektiğini söylüyor. Çocuk ailesini suçluyor, zamanında ses çıkarmadıkları için ve ‘onlar’ kazandı diyor. 

Kısa "film", estetik olarak rüküş ve mekanik. Bir zamanlar rahatı yerinde, işlenmiş yiyecekler hakkında dikkatli, İngilizce ile haşır neşir, ama çocuklarına Göktuğ ismi veren bir aile üzerinden, ideolojik olarak yamalı bohça gibi bir şey anlatmaya çalışmış. Tam bir kiç. Zaten yönetmen sonunda kendisi çıkıp ne demek istediğini bir de o anlatıyor. Bir tarafta İngilizce üzerinden Batı karşıtlığı, diğer taraftan eyalet yönetimiyle Kürt meselesi (ABD’ye de gönderme olabilir)…Başka bir taraftan Atatürk’ün gençliğe hitabesi (Osmanlı yönetimine karşı yazıldığı düşünülürse ileriye dönük ‘ilerleme’ inancıyla Batının yanında olduğunu konumuz itibariyle vurgulamalıyım) diğer tarafta Orta Asya Türk kimliğinin sahiplenilmesi. Modernizmi yaşamadan ‘modern’ olan bir toplumun o hiç bitmeyen kimlik sorunu, sakil bir şekilde filmin merkezinde.  İşsizlik (filmde işsizlikten söz ediliyor ama sadece Türkler işsiz diyor…diğer yandan kovalamacının gerçekleştiği o kenar mahalledeki en azından o köşede oturup sadece tespih çeken, kaçan Göktuğ’a bile bakmayan karakter niye orada duruyor eğer işsiz değilse) savaş (siyah beyaz bombalanmış şehir görüntüsü, kim kimle savaşmış belli değil) bir geri plan süsü gibi. Savaş niye çıkmış, İstanbul niye yakılmış yıkılmış…Yani tüm Batı ve herhalde Rusya ki Esad’ı desteklemişti bildiğiniz gibi, birlik olup İstanbul’u bombalamış ve Suriyelileri mi yerleştirmişler. Türkler de terk etmiş ülkeyi. Suriyelileri savaştan kaçanlar olarak lanetleyenler, Türkler ülkeden kaçınca niye kaçtıklarını sorgulamıyor mesela. Filmin neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor. 

Bu arada ırkçı Zafer Partisi'nin sloganı, Bilim, Birlik, Barış. Neye karşı bilim, birlik, barış belli değil. Herhalde tüm dünyaya karşı Türkler kendi içlerindeki barışı, dışarlıklı Suriyeli ve diğerlerine karşı birlik olarak sağlayacaklar…Bilim? Ne için ve kimin adına? Batı’ya karşı ve ‘bizden olmayanları’ atıp, eski Orta Asyalı kimliğimize titreyip dönünce mi birlik ve beraberliğimizi sağlayacağız.  Kimle birlik olacağız, efendi ve kölelik devam edecek sonunda, her zaman pis işleri yapacak birileri lazım ki artık karın tokluğuna bile iş bulmak zor. Ama diğer yandan bir avuç zengin semiriyor. Önemli değil, hepsi ‘Türk ama Orta Asyalı Türk’ olsun yeter. Bu da Türkiye’nin tuhaf modernizminin üstünden atlamak isteyen, batı-doğu fark etmez yabancı düşmanı, nostaljik bir sağ. Hiçbir zaman gerçek sorular sormayan, Batı’ya karşı, ama kapitalizme karşı olmayan, eşitsizlikle bir problemi olmayan, külyutmaz ama gerektiğinde her türlü dalavereyi yapabilecek pragmatiklikte olabilen, faşist bir güruhu köpürtecek bir sağ popülizmi. Ama ciddiye almak lazım. 

Sibel Erduman


Bültene kayıt ol