Küresel düzeyde yaşanan koronavirüs salgını her şeyin önüne geçmiş durumda. Virüsün hızla yayılması, aşısının henüz bulunmamış olması her geçen gün enfekte olan insan ve ölenlerin sayısını artırmakta. Büyük bir kriz içindeyiz. Bu yılın başından beri milyonlarca insan korku, panik, belirsizlik ve geleceğe dair büyük bir kaygı yaşıyor. Salgın aynı zamanda içinde yaşadığımız kapitalist sistemin ne kadar yıkıcı olduğunu, hükümetlerin artan ölümlere rağmen en büyük kaygılarının ekonomi, salgınla mücadele yöntemlerinin sınırlarını belirleyenin de yine ekonomi olduğunu gösteriyor. Salgın bu sistemi her yönüyle teşhir eder durumda.
Türkiye’de koronavisün ilk görüldüğü tarih yetkililerce 11 Mart olarak açıklandı. O tarihten bugüne hükümetin salgınla mücadele için açıkladığı ilk 100 milyarlık ekonomik paketin neredeyse tamamı şirketler lehineydi, enfekte olan kişi sayısının artmasıyla birlikte daha radikal tedbirler alındığını ve hiçbir özveriden kaçınılmadığı ifade eden ikinci paket açıklandı. Bu pakette ise özel sektöre elden geldiğince az işçi ile esnek çalışma yöntemlerini hayata geçirmesi tavsiye edildi. Ekonomik paketlerde turizme, uçak şirketlerine ve inşaatçılara koruma kalkanı sunulurken, kira, elektrik, su, doğalgaz ve mutfak giderlerini karşılamak zorunda olan insanlara hiç ama hiçbir şey sunmadan sadece evde kal denildi.
Millet can AKP rant derdinde
Bu dönemde sadece salgın hastalıktan korunmak için gerekli tedbirleri almakta yetersiz kalındığı gibi krizi şirketler lehine çevirmek için de adımlar atıldı. 26 Mart tarihinde Kanal İstanbul’un proje alanı içinde kalan iki tarihi köprünün Odabaşı ve Dursunköy köprülerinin başka bir yere taşınma ihalesi yapıldı. Kanal İstanbul projesinin bütçesi yaklaşık 75 milyar TL, bu iki köprünün taşınması için devletin harcayacağı para da 500 bin TL civarında. İşte 26 Mart tarihinde bu 500 bin TL’lik ilk harcama kaleminin ihalesi yapıldı. Tüm kamu kaynaklarının bu hızla yayılan salgının önlenmesi için kullanılması gerekirken, sadece ekonomik değil birçok sorunu doğuracak bir projeye kaynak aktarmak hükümetin öncelikleri arasında yer aldı.
Ulaştırma Bakanlığı ise kamu kaynaklarının bu salgınla mücadele için kullanılmasını; özellikle özveriyle çalışan sağlık çalışanlarının koruma tedbir ve koşullarının iyileştirilmesi, herkese ücretsiz yaygın test yapılması gibi taleplerle bu ihaleye karşı çıkanları ‘koronavirüsten daha tehlikeli’ diyerek siyasi fırsatçılıkla suçladı. Aslında bu tam kendi düşünce biçimlerini ortaya koyuyor, krizi fırsata çevirenler kendileri. Ve herkes bunu görüyor. Ulaştırma Banaklığı’nın açıklamasının devamında üretim ve yatırımların devam etmesinin son derece önemli olduğu, Türkiye’nin hem salgın ile mücadele edebilecek hem de üretim ve yatırım yapabilecek güçte olduğu vurgulanıyor. Oysa yaşadıklarımız bu açıklamanın tam tersine işaret ediyor. Öncelikle salgına karşı hükümetin en fazla vurguladığı ve bulduğu çözüm olan “topyekün mücadele” sözlerini kazıyınca; krizle tek başımıza mücadele etmemiz gerektiğini anlıyoruz. “Evde kal”, piknik alanların kapatılması, yürüyüşlerin yasaklanması, 65 yaş üstü insanlara yönelik akıl almaz tedbirler… Önerdikleri ve alabildikleri tedbirler sadece bunlar. Salgının yayılma hızının azaltmak için sendikaların, sağlık örgütlerinin günlerdir ifade ettikleri; işten çıkarmaların yasaklanması, ücretli izin, zorunlu sektörler dışındaki sektörlerin faaliyetlerinin durdurulması, koruyucu malzemelerin yaygın, ücretsiz dağıtımı gibi cidden işe yarayabilecek taleplerin hiçbiri hayata geçirilmedi. Bu salgının durdurulmasında yaşamsal öneme sahip sağlık çalışanlarına yönelik koruma tedbirlerinin yetersizliği, hatta yokluğu ortadayken Sağlık Bakanlığı’nın aldığı tedbir önümüzdeki 3 ay boyunca sağlık çalışanlarının istifa etmelerini yasaklaması oldu. Yani salgınla baş edebilecek güçte olmak bir başka sorun ama salgınla cidden mücadele edilmediği çok açık.
Onların gerçekliği bizim gerçekliğimiz
Yatırımlara özellikle inşaat, madencilik, enerji alanlarında devam etme konusunda sonsuz bir hırsa sahip bir hükümetle karşı karşıyayız. Olağanüstü bir kriz ortamında Kanal İstanbul projesinin ihalesini yapabilecek kadar sorunların kaynağını kavramaktan uzak, gerçeklikle bağı tamamen kopmuş bir hükümet var karşımızda. Doğal hayatın, orman ekosistemlerinin yok edilmesinin virüslerin insanlara bulaşmasını, yaygınlaşmasını hızlandırdığı bilimsel olarak yıllardan beri dile getirilmekteydi. Bu orman kayıplarının yarattığı çoklu kayıp ve yıkımları ilk elden yaşayan Amazon bölgesinin yerli halkları da ormanların azalmasıyla birlikte doğal yaşamın bozulduğunu, vahşi hayvan hastalıklarının insanlarda görülmeye başlandığını, ormanların kaybının devam etmesi halinde hem iklim değişikliği hem de küresel salgınların artacağı uyarısını yıllardan beri yapıyorlardı. Şimdi Koronavirüsü ile bu uyarıları, çok hızla tüm küre, çok sarsıcı, şok edici bir biçimde yaşar durumda. Türkiye’de de doğal varlıkların yıkımı yıllardan beri gerçekleştiriliyor. Kanal İstanbul projesi de orman ve deniz ekosistemlerinde ciddi, onarılmaz tahribatlara yol açacak niteliklere sahip. Oysa hükümet bu geleceği, yaşam alanlarını yok eden projeleri tüm uyarılar ve gerçekleri yok sayarak yapmak istiyor.
Türkiye’de Kanal İstanbul projesi için ihale fırsatçılığının yapıldığı günlere denk bir zamanda ABD’de Çevre Koruma Ajansı (EPA), şirketlere koronavirüs salgını sırasında çevre standartlarını karşılamak zorunda olmadıklarını belirten bir karar aldı. Bundan faydalanacak şirketler arasında fosil yakıt şirketleri de var. Bu kararın bir bitiş tarihi yok. Salgın devam ettiği süre içinde uygulanacak. Şirketlerin çevresel raporlamalarının, rutin örnek alımlarının şirketler için bir yük oluşturacağı iddiası ile alınan bu karar hepimizi dehşete düşürecek nitelikte. İklim krizinin de koronavirüs gibi salgın hastalıkların oluşmasında bizzat sorumlu olanlara kirletici faaliyetlerine devam etmelerine bu kararla izni veriliyor.
Kanal İstanbul ihalesi de , EPA’nın kararı da …..
Nuran Yüce