Seksen Günde Devriâlem romanının kahramanı Phileas Fogg, arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederken iddiaya girerler. Londra’dan 2 Ekim 1872’de yola çıkacak, bütün dünyayı dolaşacak, 21 Aralık’ta, 80 gün sonra, tekrar oturdukları yere dönecektir. Becerirse arkadaşlarından £20.000 (bugünün parasıyla $2,5 milyon) alacak, bir gün bile gecikirse kaybedecektir. Başından geçen tüm talihsiz olaylara rağmen, Fogg iddiayı kazanır.
Tarihçi Eric Hobsbawm, Phileas Fogg’un aynı yolculuğu 1872 yerine 1848’de yapması durumunda ne kadar süreceğini merak edip hesaplamıştır. Hobsbawm’un hesabına göre, 1872’de 80 gün süren devriâlem 1848’de en az 11 ay, yani dört kat daha uzun sürecekti! Bir başka ifadeyle, aynı seyahat 24 yılda dört kat hızlanmıştı.
Phileas Fogg’un gününde New York’tan Liverpool’a vapur yolculuğu 11-12 gün sürüyor, White Star denizcilik şirketi bunu bazı seferlerinde 10 güne indirebilmekle övünüyordu. Tam yüz yıl sonra, New York’tan Londra veya Paris’e uçakla 3,5 saatte gitmek mümkün oldu!
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlayan ve günümüze kadar giderek hız kazanan hızlanmanın daha güncel bir örneği de bilgisayar.
Intel mikroçip şirketinin kurucusu Gordon E. Moore 1965 yılında yazdığı bir makalede, bilgisayarların hızının ve kapasitesinin her iki yıl iki katına çıkacağı tahmininde bulunmuştur. Doğruluğu artık kanıtlanmış olan bu tahmin bugün Moore Yasası olarak adlandırılıyor ve hâlâ geçerli. Ama gelişme hızı Moore’un beklediğinden de yüksek: İki yılda değil 18 ayda iki katına çıkıyor bilgisayarların hızı, 55 yıldır!
Sürekli dönüşüm, değişim, hız
Niye? Ses hızından daha hızlı gitmek, her yıl daha hızlı bilgisayarlar kullanmak ihtiyacı nereden geliyor? Yolculuktan üretime, iletişimden gündelik hayata kadar her şeyin 150-200 yıldır sürekli hızlanması nereden kaynaklanıyor?
İki kelimeyle “kapitalizmin doğasından” diyebiliriz.
Marx ve Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun en başında konuya şöyle girer: “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır.”
Burjuvazinin “devrimci” olarak tanımlanmasının temelinde üretim araçlarını (ve bunun sonucunda insanlığın toplam üretim kapasitesini) sürekli geliştirmesi yatar. Bunu yaparken, iktidara gelişinden önceki tüm inançları, değerleri ve hayat tarzlarını tasfiye eder ve bunların yerine ticaret, kâr, değişim ve hızı yeni değerler olarak dayatır.
Bu, burjuvazinin sermaye birikimi ve kâr peşinde koşarken sınır tanımamasından, daha çok kâr etmek için daha çok üretmek ve daha çok metayı pazara daha hızlı ulaştırıp paraya çevirmek amacıyla üretimi, tüketimi ve yaşamı sürekli dönüştürme, değiştirme, hızlandırma özelliğinden kaynaklanıyor.
Tarım ve gıda
Kapitalizmin yarattığı değişim ve hızı görmek için tarım ve gıda sektörüne bakalım. Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, bugün dünyanın toplam gıda üretimi toplam dünya nüfusunu kolayca besleyecek düzeyde. Bu, burjuvazinin “devrimciliğinin” sonucu.
Ama sorunlu bir sonuç.
Evet, bugün üretim toplam nüfusu kolayca besleyecek düzeyde. Besliyor mu? Hayır. FAO rakamları 2016 yılında dünya nüfusunun yüzde 11’inin kronik açlık koşullarında yaşadığını gösteriyor. Bu oran Afrika’da yüzde 20; her beş Afrikalı’dan biri aç.
Toplumun maddî üretim güçleri herkesi doyurabilecek koşulları yaratmış durumda, fakat üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) bunun gerçekleşmesini engelliyor. Yüz milyonlarca insan aç, gıda mevcut, fakat kapitalizmin üretim ilişkileri uyarınca mülksüz ve işsiz (yani parasız) olan kişilerin gıdaya erişmesi mümkün değil.
Gıda üretimi müthiş düzeylere yükseltiliyor, ama insanı beslemek amacıyla değil kâr etmek amacıyla yükseltildiği için açlık ortadan kalkmıyor.
İkinci sorun, kâr amacıyla yapılan tarımın çevre, ormanlar, doğal yaşam, toprak ve su kaynakları üzerindeki tahribat etkisi.
Üçüncü sorun, gıda tüketiminin başına gelenler. Kapitalizm açısından önemli olan, gıdanın kalitesi ve insan sağlığına etkisi değil, önce üretiminin kârlı olması, sonra da ürünün hızlı tüketilmesi. “Fast food” (“hızlı gıda”) kavramını kapitalizmden bağımsız olarak düşünmek mümkün değil.
Fast food sektörünün dünya çapında toplam geliri yılda 570 milyar dolar. (Dünyadaki en zengin 25 ülke hariç, tüm diğer ülkelerin her birinin millî gelirinden daha yüksek bir rakam). Sadece Amerika’da 200.000 fast food restoranı var ve bunlar her gün 50 milyon kişiye hizmet veriyor. Amerika’nın nüfusu 320 milyon kişi olduğuna göre, her gün nüfusun yaklaşık altıda biri “hızlı yemek” yiyor! Sattığı yemeklerin kalitesi, lezzeti, temizliği, sağlıklılığı ile değil hızı ile övünen bir sektörün ürünlerini yiyor.
Kâr mı, insan ihtiyaçları mı?
Kapitalist kâr etme sürecinin iki aşaması vardır: Ürünün üretilmesi ve üretim yerinden alıcıya ulaştırılması. Daha sık ve daha fazla kâr etmek açısından bunların ikisinin de hep daha hızlı yapılması gerekir.
Basit bir örnek düşünebiliriz: Avrupa’da bir ürünün üretimi altı ay sürer ve Hindistan’daki pazara ulaştırılıp satılması da vapurla altı ay sürerse, yılda bir kez kâr edilir. Aynı ürün yeni teknolojilerle bir ayda üretilip uçakla Hindistan’a bir günde ulaştırılırsa, yılda on iki kez kâr edilir. Kapitalizm, üretim süreçlerinin sürekli geliştirilmesini, işçilerin daha çok ve daha verimli çalışmasını, ulaşım yöntemlerinin sürekli hızlandırılmasını gerektirir.
Sonuç olarak, hız bir insan ihtiyacı değil, kapitalizmin bir ihtiyacı. Her alanda olduğu gibi, bu alanda da kapitalizmin tek bir önceliği vardır: Kâr. Kâr oranlarını yükseltmek için üretimi ve dağıtımı hızlandırırken bu hızlanmanın (ve hızlanmak için yapılanların) diğer etkileri kapitalizmin ilgi alanının dışındadır.
İnsan sağlığının, çevrenin, gezegenin ve gezegeni bizimle paylaşan diğer canlıların bu hızlanmadan nasıl etkilendiği kapitalizmin kâr-zarar hesaplarının dışında kalır. Kapitalizm insan sağlığına zararlıdır. İnsan toplumunu başka ve tümüyle farklı bir biçimde örgütlemenin zamanı gelmiştir.
Roni Margulies
(Sosyalist İşçi)