Memleket Serhat Tuğan’ı daha yeni duymaya ve öğrenmeye başladı. Bildiri dağıttı diye 1991’den beri yani 24 yıldır hapiste olduğunu öğrendik sosyal medya sayesinde. Serhat 16 yaşından beri cezaevinde. Yani onu çocukken içeri attılar, utanmadan, hukuk adına...
Onu yargılayan DGM’ler iptal oldu ama o hâlâ dört duvarın arkasına mahkum edilmiş olarak yaşıyor... Buna yaşamak denirse... Onu, “Serhat Tuğan haklı ama beraat diyemeyiz, dersek bizi onun yanına korlar" diyen yargıçlar yargılamış... Yani o yargıçlara, o zamanlar 16 yaşında bir çocuk olan Serhat’ı düşman ilân ederek emir veren birilerinin marifetiyle yargılanmış...
Yargıçlardan bile daha güçlü, onların efendilerinden bile daha güçlü totaliter bir zihniyet bu...
Memlekette, bundan 5-10 sene önce, bu “kahrolasıca düşmanlar!” retoriğinden çıkar gibi olmuştuk... Heyhat! Gene olmadı, gene çıkamadık... Düşmanlığın, korkunun, ötekinden nefretin anaforuna gene kapıldık.
Cumhuriyet’in kuruluşundan önceye giden bir “her zaman bir düşman yaratırız” kültürü, gayet sıradan bir şekilde –yani hiçbir yenilik üretmeden yeniden üretiliyor.
Somut birileri tarafından özellikle tezgahlanmış olması gerekmiyor böyle bir ruh halinin. Toplumumuzun, toplum olurken ürettiği vasat bir totaliter hal bu. Tabii ki, özellikle İttihat Terakkici bir gelenekten gelen milliyetçi, nobran, şiddetperver, ataerkil, laikçi ama dindar görünümlü, hatta vatandaşını öncelikle din temelinde (bkz. 1923 “Türk”-“Yunan” mübadelesi) ayırımcılığa uğratmış bir devlet altında yaşamak, bunun sürekli olarak her vesileyle yeniden üretilmiş olması sonucunda çok sağlıklı nesiller beklemenin âlemi yoktu.
Toplumu “dışarıdan” ya da “içeriden” geleceği varsayılan tehlikelere karşı korumak, daha doğrusu kendi düzenini, güç ilişkilerini yeniden üretmek ve kendi düzenini, ast-üst ilişkisini, varolan toplumsal hiyerarşiyi korumak, düzenin değişmez olduğunu kafalara kakmak için devletler, yönetici sınıflar, seçkinler her zaman “gereken ideolojik ve polisiye önlemleri” alırlar. Adına isterseniz “kamu düzeni” deyin; isterseniz “milli birlik beraberlik” deyin ya da dini değerlerimiz, ahlâkımız, kültürümüz, harsımız, Atatürk’ümüz, çağdaş değerlerimiz deyin; farketmez, hepsi aynı totaliter kapıya çıkar.
Ancak burada önemli olan, “polisiye” önlemlerden ziyade “ideolojik” önlemlerdir. Yani sıradan vatandaşlık hallerimizi yönlendirmek ve denetlemek üzere, çaktırmadan ya da göz göre göre yapılan sayısız operasyonlardır.
Mesela şimdilerde bir film var piyasada: “Kod adı K.O.Z.”... Tanıtımlarından, fragmanlarından anladığımız kadarıyla insanı alenen aptal yerine koyan, halkımıza “doğru”yu “yanlış”ı gösteren bir müsamere filmi. Sovyet ya da Nazi propaganda filmleri ya da Amerikan anti-komünist soğuk savaş filmlerinin ucuzluğunda bir ideolojik araç... Ya da filmin hedefine koyduğu cemaatin TV’lerinde oynayan dizileri kopyalayan, ya da daha önceleri “dinin karanlığına”, “hain, şeriatçı hocaların, şeyhlerin kapkaranlığına karşı aydınlık Cumhuriyet”in propagandasını yapan “ilerici” Türk sinemasını kopyalayan bir basitlik abidesi...
Bu propaganda bir yere kadar işliyor. Çünkü kültüre zerkedilmiş bir zehir var ne de olsa... Ama o da belli ki, bir yere kadar... Söylendiğine göre, film o kadar gösterilmesi gereken bir silah ki, ama bir o kadar da ilgi çekmiyor ki anlaşılan, bazı salonlarda bedava gösterilerek izleyici çekilmeye çalışılıyormuş. Hiç yoktan umut verici!
Sürekli olarak böylesine bir boğuşma ve toplumu yüzlerce kere farklı damarlarından karpuz gibi yeniden ikiye yaran zihniyetin yeniden üretimine katılmaktan çıkmanın yolunu bulmak lazım.
Kürt ya da Türk, Alevi ya da Sünni, çevreci ya da feminist; özgürlüğümüz ve haklılığımız için savaşırken, başkalarından kopmadan, onlara karşı sorumluluklarımızı hatırlayarak... İktidar tosunlarını kumdaki oyunlarıyla başbaşa bırakarak...
Ferhat Kentel
(BasNews)