Deniz Güngören

Deniz Güngören son yazıları

Deniz Güngören tüm yazıları

03.09.2018 - 09:30

Kriz, sopa ve biz

Özellikle Türk Lirası’nın önlenemez gibi görünen değer kaybı başladığından beri, ufuktaki kriz, üzerine en çok yazılan ve koşulan konu. Bir taraftan durumun, halkın huzurunu kaçırmak için şer odaklarınca abartıldığını, cari açığın, işin doğrusunu anlamak için ekonomi bakanı olmayı gerektiren sebeplerle, aslında göründüğünün aksine normal düzeyde olduğunu söyleyen hükümet anlatısı; aynı zamanda üstü örtülemeyen problemleri de yine Türkiye’nin büyümesini hazmedemeyen karanlık uluslararası güçlerin saldırıları olarak resmetmeye çabalıyor.

Öte yandan, meseleyi, krizin sisteme içkin çelişkilerin değil, AKP’nin iktisat cahili olmasının ve Erdoğan’ın kaprislerinin sonucu olduğu şeklinde hikayeleştiren bir kutup da var elbette.

Tabii durumun esasen geçtiğimiz on yılda burjuvazinin talepleri üzerinden şekillenen sermaye rejiminin sonucu olduğunu tane tane anlatan pek çok yazı ve söyleşi bulmak da mümkün; benim bu tarife katıldığımı söylememe ise herhalde gerek yok.

Emekçilerin taleplerini siyasi alana taşımak

Pek çok ölümlü gibi, ekonomiden cebine giren ve cebinden çıkanın ötesinde pek az anlayan biri olarak, işin iktisadi boyutunun derinliğine dair, okuduğum yazılardan anladıklarıma ikinci baskı yapmaya niyetim yok, krizin siyasi maliyetine odaklanmak istiyorum.

Krizin siyasi maliyeti derken, patronların, kendi borçlarını, krizi üreten koşullar sayesinde katladıkları servetleri ile ödemek istemedikleri için; borcun, emekçilerin sosyal hakları ve iş güvencelerinin gaspı üzerinden kapatılması için devlete baskı yapması ile, sarsılan sınıflar arası çıkar birliği anlatısının yeniden tesisi için başvurulacak politikalar ve emekçilerin buna cevabının ne olacağı arasındaki gerilimi kastediyorum.

Sadeleştirmek gerekirse eğer, oturup beklediğimiz koşullarda, şirketler küçülmeye giderken içeride kalanlar daha da bıçak sırtında ve daha çok çalışacak, işsizlik iş güvencesine ve ücretlere yönelik saldırıları kolaylaştıracak ve tüm bunları çok daha fazla borç ve daha az sosyal güvence sahibi olarak göğüslememiz beklenecek.

İnsanca yaşama isteğimiz ile zenginlerin servetini koruma kaygısı arasındaki uyumsuzluk sertleşeceğinden, görece istikrar olan dönemlerde iyi kötü lafla yürüyen milli mutabakat, çok daha sık şiddete başvurarak korunacak. Bu şiddetin siyasi meşruiyeti de gittikçe arsızlaşan ve yoğunlaşan bir ideolojik taarruz ile üretilmeye çalışılacak.

İşin kısası, şimdiden emekçilerin taleplerinin siyasi alana taşınmasının mücadelesini vermezsek, bedelini yalnız fakirlik ile değil, gittikçe sağcılaşan politik dünyamızın ömrünün uzaması ile de ödeyeceğiz.

İşçiler elbette bir noktada öyle veya böyle kötüleşen koşullara isyan ederler; burjuva siyasetinin, taleplerine çözüm üretmek diye bir endişesi veya kapasitesi olmadığı en çok kriz dönemlerinde görünür sonuçta. Fakat durumun bizden çok önce farkına varan yönetenlerin epeydir pişirdiği önlemlerine, yani şoven, ırkçı, komplocu ve nobran siyasetleri ile ördükleri, bir araya gelmemizi zorlaştırma taktiklerini geriletemezsek, bu radikalleşme ya parçalı ve kısa ömürlü olacaktır, ya da daha kötüsü, daha da sağ, daha da ırkçı ve daha da lümpen siyasetlerde ifadesini arayacaktır.

Tüm ezilenlerin talepleri arasında bağlar kurmamız gerekiyor. Bu gerekliliğin yeni olmadığı ortada. Ancak İçişleri Bakanı’nın, 700. haftasında saldırttığı Cumartesi annelerine “paçoz” deme cesaretini bulduğu bir zamanda, ciddi ölçüde aciliyet kazandığını söylemek gerekiyor. Bunun için, kayıp yakınlarının, cenazelerinin iadesi ve hakikatin açığa çıkması taleplerini susturmaya çalışan sopa ile, yarın grev yapmayı vatan hainliği ilan edecek sopanın sahibinin aynı olduğunu teşhir edecek bir siyasete ihtiyacımız var

.Muhafazakarlık ve milliyetçilik: Toplumu disipline etme gereçleri

Bu noktada, AKP’nin geçmişte mescliste ağlaşarak sözler verdiği insanların yakınlarına bugün hakaretler savuruyor oluşunu “takiye” gibi özel ve esasında komplocu taktiklerle değil, bildiğimiz sağ oportünizmle izah ediyor olmak önemli. Yani o gün hegemonya savaşındaki düşmanlarını zayıflatmak ve reformlarını gerçekleştirebilmek için öyle bir siyaset kullanışlıydı; bugün ise, yeni ittifaklarının ve işçi sınıfının tabanından kopuşunu önleme kaygısının sonucu olarak Soylu gibi yırtıcı demagoglara ihtiyaç duyuyor. Yoksa AKP’nin dokuma makinası gibi 16 sene boyunca tarihi dilediğince yönettiği sonucuna varmamız gerekir. Bu da yalnızca yanlış değil, aynı zamanda karşımızdakinin yenilmez olduğu yanılgısını güçlendiren bir duygu üretiyor.

Ayrıca, AKP’nin kimlikler üzerinden emekçilerle kurduğu bağı zayıflatmak, bu ortak kimliğin çirkinliklerini anlatıp durmakla değil, AKP’nin hem yerli hem uluslararası sermaye ile ortak çıkarlarının siyasetine nasıl yön verdiğini göz önüne sermekle mümkün. Takiye gibi kavramlar ise AKP’nin bir muhafazakar sermeye partisi değil de, çılgın, fetiş bir ajandası olan radikal bir hareketmiş gibi görünmesine yol açıyor.

Muhafazakarlık ve milliyetçilik, politikacıların fantezi ve düşün dünyasının siyasi erke yansıması değil, toplumu disipline etme ve yönetme gereçleridir. Kendi duygu dünyalarında bunların ne derece karşılık bulduğu, yani bunlara gerçekten inanıp inanmadıkları sorusu ise karşı siyaset üretmek açısından anlamlı değil. Önemli olan bunların tepeden, patent sahipleri tarafından nasıl ve hangi araçlarla toplumsallaştırıldığını iyi açıklayabilmek. Ancak o zaman ezilenlerin aralarındaki farklara değil ortaklıklara odaklanacağı bir siyasi havayı tahayyül edebiliriz.

Her türlü milliyetçiliğin ve komplocu sahte anti-emperyalizmin, krizin maliyetinin üstümüze yıkılmasına karşı beraber hareket etmemizi engellemek için kullanıldığını yakında daha da sık göreceğiz. Dayanışmamıza engel olacak her türlü ideolojinin ipliğini pazara çıkarmak için kararlı bir biçimde kolları sıvamak gerekiyor.

Deniz Güngören

[email protected]


Bültene kayıt ol