Can Irmak Özinanır, güncel faşizm tartışmaları üzerine yazdı.
Faşizm tartışmaları giderek artan bir şekilde politik gündemin en önemli maddelerinden biri hâline geliyor. Bunun temel sebebi son birkaç yılda yükselen otoriter yönetimlerin faşistlere de alan açıyor olması. En canlı örneğini ABD’deki kongre baskınında gördük. Federasyon yani kölelik döneminin simgelerini taşıyan, Hitler öven simgeler taşıyan faşistler ABD’nin başkentinde ciddi bir kaosa yol açtı. Bu eylemlerin ırkçı ABD Başkanı’nın bir darbe girişimi olduğu yönünde bir panik havasının yanısıra, yaşananların müesses nizam tarafından faşistlerin başını ezmek için izin verilen bir tiyatro olduğu yönünde komplo teorileri de dolaşıma girdi. Ancak bunların ötesinde kısmen silahlı faşist sivillerin sokaklara dökülmüş olması faşist hareketin kapitalizmin en güçlü ülkesi olan ABD’de hâlen bir tehdit olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de de faşizm canlı bir tartışma. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana MHP’nin iktidar blokunda kendine güçlü bir yer edinmiş olması ve genel politikada sözünün geçmesinin yanısıra çeşitli gazeteci ve politikacılara yöneltilen fiziki saldırılar bu tartışmayı daha güncel kılıyor. Maalesef dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de faşizm kelimesi çok kolaylıkla kullanılıyor. Otoriterizm veya ırkçılık görülen her alan kolaylıkla faşizm ile tarif edilebiliyor. Türkiye solunun çeşitli kesimlerine bakacak olursanız kimine göre her zaman faşizm altında yaşadık, kimine göre 12 Eylül’den bu yana faşizm altında yaşıyoruz, kimilerine göreyse AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bugüne devam etmekte olan bir faşizm var. Gündelik sohbetlerde “faşizm iki kişi arasında başlar” gibi anlamsız laflar çok popüler. Faşizm kavramının bu şekilde rahatlıkla kullanılışı tehdidin tam olarak anlaşılmasını engelliyor.
Faşist yönetimler altında mı yaşıyoruz?
Elbette sağcılığın çok çeşitli biçimleri var ve bunların hepsi işçi sınıfı ve ezilenler açısından pek çok tehdit oluşturuyor ancak faşizme karşı mücadele edeceksek öncelikle faşizmin ne olduğu konusunda net olmamız gerekir. Faşizm, herhangi bir burjuva politik akımı değil nihai amacı bütün demokratik kazanımları yok etmek olan ve bu amacına ulaşmak için sokakta terör yöntemleri uygulayan bir harekettir. Faşizmin bir hareket olduğu vurgusu önemli çünkü asıl gücünü parlamentodaki sayısından değil sokaktaki mobilizasyonundan alır. Faşist şiddetin hedefinde başta göçmenler, azınlıklar, ezilenler olmak üzere tüm muhalif güçler vardır. Faşist partiler, bu saldırganlığı örgütleyebilmek üzere paramiliter yapılar kurarlar ve güçlerini temelde bu örgütlenmelere borçludur. Asıl kitle tabanını umutsuz küçük burjuvazi içinde arayan faşist hareket, bu kesimlerdeki umutsuzluğu sokak gücü aracılığıyla örgütleyebildiği ölçüde güç kazanır.
Faşizm, kapitalizmin otomatik olarak ortaya çıkardığı bir sonuç da değildir. Burjuvazi, genel olarak faşizm gibi kitle mobilizasyonuna dayanan, kontrolü güç hareketlere şüpheyle yaklaşır fakat 1920’lerde İtalya’da ve 1930’larda Almanya’da olduğu gibi derinleşen krizleri artık yönetemez duruma geldiğinde faşist hareket burjuvaziye güven vermeye başlayabilir.
Bugün yaşadıklarımız ile klasik faşizm veya Nazizm arasında hem ciddi farklılıklar hem de benzerlikler var. Öncelikle faşizm Avrupa’da bir işçi devrimleri dalgasının üzerine gelmişti, bugünkü ırkçı, otoriter yönetimler bir işçi devrimi tehlikesi üzerine iktidara gelmiş değil. En önemli farklılık ise örgütlenme yolları. 1920’lerde ve 30’larda faşistler sokak terörünü bizzat örgütlenme aracı olarak kullanırken, otoriter yönetimler bunu yapmıyor. Bu faşist tehlikenin sona erdiği anlamına gelmiyor çünkü bugünün faşist hareketleri de otoriter yönetimlerin yarattığı kaotik ortamı sokakta güç biriktirmek için kullanıyor. Dolayısıyla otoriter yönetimler faşist örgütlenmenin kendisi değil ama onlara alan açtığı için son derece tehlikeli. Ortak yön ise otoriterizmin de faşizmin de her dönem kapitalizmin krizinden besleniyor olması. 2008 krizi sonrasında yükselen kitle hareketlerinin sol bir alternatife dönüşememesi, otoriter sağın bir alternatif gibi görülmesine yol açtı. Kuşkusuz bir başka ortaklık ise ırkçılık ve cinsiyetçilik ancak bunlar faşizm tespiti yapabilmek için yeterli koşullar değil. Bütün faşistler ırkçıdır ama bütün ırkçılar faşist değildir. Bugün faşist bir dünyada, faşist yönetimler altında yaşamıyoruz, faşizmin tehdit olmaya devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Faşizm altında yaşadığımız yanılgısı, bizi faşist tehdide karşı savunmasız bırakan bir yanılgı.
Yunanistan’da antifaşistlerin zaferi
Yunanistan’daki antifaşist hareket yıllar süren sokak mücadelesi ve 5 yıla yakın bir hukuki mücadele ile faşizme karşı mücadelenin dünyada son yıllardaki en ciddi kazanımını elde etti. Nazi örgütü Altın Şafak 2008’deki derin ekonomik krizin sonrasında oylarını arttırmış, her seçimde giderek büyüyen bir güç hâline gelmiş ve güç biriktiren bütün faşist partiler gibi sokak terörüne yönelmişti. Altın Şafak’ın paramiliterleri göçmenlere, siyahlara, komünistlere, antifaşistlere dönük pek çok saldırı düzenledi. 2013’te Killah P adıyla tanınan antifaşist rap sanatçısı Pavlos Fyssas’ı öldürmeleri bardağı taşıran damla oldu. O günden itibaren giderek büyüyen bir antifaşist kitle hareketi inşa edildi. Partinin kapatılması, liderliğinin ve saldırılardan sorumlu üyelerinin yargılanması talebiyle büyüyen kitle hareketi sayesinde örgüte karşı soruşturma açıldı. Kitle hareketinin etkisiyle örgüt meşruiyetini büyük ölçüde yitirdi, oylarını kaybetti, parlamento dışında kaldı, parti bürolarını kapatmak zorunda kaldı ve son olarak mahkeme de Altın Şafak’ın suç örgütü olduğunu kabul etti ve liderleri cezaevine gönderildi.
Bu sonuçta Yunanistan’daki antifaşistlerin Altın Şafak hakkında çok net olması belirleyici bir unsur oldu. Altın Şafak’a herhangi bir burjuva partisi gibi muamele etmediler, bir suç örgütü olduğunda ısrarcı oldular. Göçmenlerle dayanışan hareketin ve işçi hareketi ile antifaşist hareket arasındaki bağın kurulması da Altın Şafak’ı Yunan devletinin bütün koruma çabalarına rağmen mahkûm ettirdi. Göçmenler, işçi sendikaları ve sol en başından beri antifaşist hareketin içinde oldu ve bu hareket devasa bir kitle hareketine dönüştü. Bütün bunlar elbette bir günde olmadı, Yunanistan solunun küçük bir kesimi başından itibaren bu netliğe sahipti, dönüp sendikaları ve solun geri kalanını bu çizgiye ikna etmeyi başardı. Hukuki mücadele elbette önemliydi ama faşizmi mahkûm ettiren asıl başarı sokakta elde edildi. Faşist hareketin de örgütlenme alanı olan sokağı, faşistlerin ayaklarının altından çekip aldılar. Yunanistan’daki deneyim bütün dünyada antifaşistlere yapılması gerekenin ne olduğunu gösteriyor.
MHP’nin konumu
Türkiye’de de MHP ve BBP gibi kendilerini asıl olarak “Ocak” adı verdikleri yapılar aracılığıyla sokakta örgütleyen partilere sıradan örgütler muamelesi yapılamaz. Bu örgütler sıradan burjuva partileri değil Altın Şafak gibi örgütlenmelerdir.
Ülkücü hareket, lideri Alparslan Türkeş’in öncülüğünde “komünizm tehdidine karşı”, “komando kampı” adı verilen yerlerde eğitim gören sivil güçlerin sokaklara salınmasıyla güçlendi.
Faşist hareket 1970’ler boyunca sola, grevlere, öğrenci hareketine, Alevilere ve Kürtlere saldırdı. 5 bine yakın insan bu hareket tarafından öldürüldü. Maraş, Çorum ve Sivas katliamları bu hareketin içinde örgütlenen kişiler tarafından gerçekleştirildi. Faili meçhul cinayetlerde ülkücü kadrolar yer aldı. Solcu öğrencilerin bombalanmasından, evlerinde toplu hâlde katledilmelerine kadar akla gelecek bütün yöntemler uygulandı. Devlet ise faşist saldırganlığı “sağ-sol çatışması” olarak lanse ederek bu hareketi meşrulaştırdı.
1980’lerde ülkücüler de cezaevine girmiş olmasına rağmen bu hareketin temel kadroları 12 Eylül darbecileri ve ardılları tarafından yurtiçi ve yurtdışı çeşitli suikastlarda kullanıldı. 1996’da gerçekleşen Susurluk Kazası sonucunda ülkücü kadrolar ile devlet arasındaki ilişki çok daha net bir şekilde ortaya çıktı.
Türkeş’in ölümünden sonra partinin başına geçen Devlet Bahçeli ise yıllarca “ülkücüleri sokaktan çekti” argümanı ile övüldü. Oysa ülkücüler başta üniversiteler olmak üzere pek çok yerde saldırılarına devam ettiler. 1999’da MHP iktidar ortağı olduğunda sokak gösterilerine polisle beraber saldıracak kadar rahattılar.
MHP, dün neyse bugün de onu temsil ediyor. Bahçeli, salgının en ağır günlerinde doktorların örgütü TTB’yi hedef tahtasına yerleştirdi. Şimdi STK’lara ilişkin düzenleme ile birlikte TTB gibi örgütlere müdahale etmenin zemini oluşturuluyor. Kavala ve Demirtaş konusunda Bahçeli yargıya açıkça talimat veriyor. Zaman zaman barış akademisyenleri davasında olduğu gibi mahkemeleri, üst mahkeme kararlarını uygulamamaya çağırıyor. Mafya lideri Çakıçı, MHP’nin çabaları sonucunda bugün serbest ve hiçbir yaptırımı olmadan ana muhalefet partisi liderini ölümle tehdit edebiliyor. MHP’nin son hamlesi ise HDP’nin kapatılması yönünde yaptığı baskı.
Faşizmin panzehri işçi sınıfıdır
Öte yandan bu iktidar blokunun son derece kırılgan olduğunu da görmek gerekir. AKP açısından MHP şu an vazgeçilmez bir ortak ancak attığı her adım AKP’nin oylarının biraz daha gerilemesine yol açıyor.
MHP’nin gerilemesini sağlayacak olan bir işçi hareketidir. Aynı zamanda bugün baskı koşullarına rağmen sürekli sokakta olan kadın hareketi, en son Boğaziçi’nde gördüğümüz öğrenci hareketi de toplumda biriken huzursuzluğu ortaya koyuyor. Sendikalar bu öfkeyi örgütlü işçi sınıfı ile buluşturabilirse MHP’nin örgütlenme zeminini ayağının altından çekip alabilir. Ancak MHP’yi geriletmek yetmez, tarihin çöplüğüne yollamak gerekir. Bunun için de Yunanistan’daki yoldaşları örnek almak gerekir. MHP ve BBP’nin sıradan partiler olmadığında ısrarcı olmak, katıldığımız her tür mücadelede bunu savunmaya devam etmek, başta sendikalar olmak üzere kitle örgütlerini bu konuda tavır almaya çağırmamız lazım. Göçmenlerle dayanışma hareketinden, kadın hareketine, LGBTİ+ hareketinden sokakta mücadele eden öğrencilere, avukatlara herkesi bir araya getiren bir politik hattı savunuyor olmak gerekir.
Bugün otoriter yönetimler bir miktar geriliyor ancak bu bizi rahatlamaya sevk etmemeli. Her zaman vurguladığımız kriz içindeki bir dünyada, her tür “alternatif” güç kazanabilir. Bu alternatifin faşizm değil de bizim alternatifimiz olması için elimizden geleni yapmalıyız.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)