Karl Marx’ın özellikle gençlik dönemi eserlerinde önemli bir yer tutan yabancılaşma kavramı daha önce Marx’ı çok etkileyen düşünürler olan Hegel ve Feuerbach tarafından da kullanılmıştır. Marx, özgür bilinçli etkinliğin insanın türsel özelliği olduğunu savunarak kapitalizmde emek gücünün sömürülmesinin insanı bu bilinçli etkinliğe yabancılaştırdığını söyler.
1844 El Yazmaları’nda Marx yabancılaşma hakkında şöyle der: “Emeğin ürettiği nesne -emeğin ürünü- emeğin karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir”. Biraz basitleştirirsek işçi ürettiği ürünü kendi ürünü olarak görmez, markete gittiğinde karşısına dikilen şey o ürün değil, parasını ödemek zorunda olduğu bir metadır. Ancak yabancılaşmanın ortaya çıktığı yer tüketim değil, bizzat üretim alanının kendisidir. Marx şöyle sorar: “İşçi daha üretim ediminde kendini kendine yabancılaştırmasaydı, kendi etkinliğinin ürünü karşısında nasıl yabancı kalabilirdi?”. Marx, bu süreci işyeri ile sınırlamaz, yabancılaşma bütün bir hayatı sarmalar. İnsanı mutsuz ve potansiyellerini geliştirmekten alıkoyan ilişki biçimine Marx, yabancılaşmış emek adını verir. Yabancılaşmış emek, bireyi kendi yaşamına yabancılaştırır, bireyin yaşamını sürdürmesinin aracı olan çalışma yaşamın amacı hâline gelir. Yabancılaşma bununla da sınırlı değildir, yabancılaşmış emek insanı dış doğaya ve kendi türüne de yabancılaştırır.
Peki üretim yapması zorunlu olan insanın, üretim sürecinde kendisine ve diğer insanlara yabancılaşması bir paradoks mudur? Marx’a göre yabancılaşmayı aşmak mümkündür. Sorun üretim araçlarının birkaç kişinin özel mülkiyetinde toplanmış olmasıdır. Özel mülkiyetin bizzat yabancılaşmış emeği kendi eylemiyle aşabilecek olan işçi sınıfının elleriyle ortadan kaldırılması, insanlığın tüm potansiyellerini sonuna kadar kullanabileceği bir dünyanın kapısını aralayabilir.