Irkçılığın kalbine saplanan caz: John Coltrane

18.04.2019 - 11:49

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 29. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)

Bazı insanlar hayatla bağlarını müzik üzerine kurar. Son zamanlarda Netflix’te de yayınlanan, 2006 yapımı Chasing Trane isimli belgesel, caz müziği tarihinde eşsiz bir yeri olan John Coltrane’in müzikal dehasının yanı sıra ırkçılık ve ırkçılığa karşı direnişle dolu bir dünya ile olan bağlarını müziği aracılığıyla nasıl kurduğunu anlatıyor.

Irkçılıkla tanışma

Caz müziğini Amerikalı siyahlar yarattı. Bugün hâlâ beyaz üstünlükçüsü ırkçılığın pençesindeki Amerika’da siyahlar için yaşam her zaman zor olmuştu: Kölelik, sistematik linç ve alenî ırkçılık. John Coltrane, 1926 yılında Kuzey Carolina eyaletinde Hamlet isimli küçük bir kasabada doğdu. Kuzey Carolina’nın içinde yer aldığı Güney bölgesi, Jim Crow yasaları denilen ve 1870’lerden 1964’e kadar yürürlükte olan ırkçı uygulamalarla yönetiliyordu. Beyazlar ve siyahlar aynı mekânlarda bulunamıyor, otobüste, trende, tramvayda aynı koltuklara oturamıyordu. Irkçılardan oluşan Ku Klux Klan ise beyaz kukuletaları, yanan haçları ve cinayetleriyle siyah nüfus üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyordu.

Coltrane’in ailesini bir arada tutan, metodist öğretiler etrafında oluşmuş siyah kilisesiydi. Her iki dedesi de papaz olan Coltrane, onların etkisi altında büyüdü. Tüm hayatı boyunca ruhanî ve mistik bir yanı bulunan müziğini ilk şekillendiren deneyimin bu dönemde, kilise etrafında oluştuğunu söylemek mümkündür. Metodist Siyah Kilisesi, ırkçılığa karşı verilmiş doğal bir refleks gibiydi. İbadetleri dahi beyazların denetimine tabi olan siyahların kolektif bir kimlik oluşturmalarını ve dayanışmalarını sağlıyordu. Coltrane, ırkçılıkla ve ırkçılığa karşı var olma mücadelesiyle henüz küçücük bir çocukken tanışmıştı.

Geniş Coltrane ailesi John henüz çok küçük yaştayken arka arkaya felaketler yaşadı. Birkaç yıl içinde dedeleri, babası, amcası, anneannesi hayatlarını kaybetti. İkinci Dünya Savaşı, pek çok kişiyi işsiz bırakmıştı. Yeni bir iş umuduyla önce annesi Alice, sonra da 1943 yılında liseyi bitiren John, Kuzey’e Philadelphia’ya taşındı. Bu felaketlerle baş edebilmek için Coltrane, terzi olan ancak birçok müzik aleti çalabilen babasının da etkisiyle müziğe sarıldı.

Efsaneler arasında yetişen bir efsane

Önce klarnet, sonra saksafon çalan Coltrane, Kuzey’e taşındığında müzikte devrim yaratan bir başka saksafoncuyu dinleme şansı elde etti: Charlie Parker. Parker’ı dinleyen Coltrane büyülenmişti. Bu sırada asker olarak donanmaya katıldı. Donanmada yaptığı kayıtlarda  kahramanı Parker’ı taklit etmeye çalışıyordu. Coltrane, 1949’da Charlie Parker ile bebop akımını yaratmış isimlerden birinin, efsanevi trompetçi ve besteci Dizzy Gillespie’nin grubuna saksafoncu olarak girdi. 

Coltrane, müziği en iyilerinin yanında öğrendi. Gillespie’nin ardından yine bebop efsanelerinin yanında yetişmiş ve kendi deyişiyle “müziği 5-6 kere kökten değiştirmiş” trompetçi Miles Davis, ardından bir süre Thelonious Monk ve sonra yeniden Miles Davis. Bütün bu süreçte sadece müziğini geliştirmek ve her gün üstüne yeni bir şeyler katmakla kalmadı. Bir tedavi merkezine yatmadan, kendi evinde, o zamanki eşi Naima’nın yardımıyla eroini bıraktı. Coltrane, 1957 yılına gelindiğinde Miles Davis Beşlisi’nin önemli bir üyesiydi. Miles ile beraber “Kind of Blue” gibi kilometre taşı sayılabilecek bir albüme imza attı. Artık Coltrane kendi müziğini bulmaya başlamış, doğaçlamaları karakteristik hâle gelmişti. Elbette müziği hiç durmadan değişmeye devam edecekti, ama artık efsanelerin yanında büyüyen Coltrane’in kendisi bir efsane oluyordu.

1960 yılında “dev bir adım” atarak bunu kanıtladı. Tamamı kendi bestelerinden oluşan ilk albümü Giant Steps piyasaya çıktı ve Coltrane o gün itibariyle unutulmazlar arasında yerini aldı.

Değişmekte olan bir dünya

Caz müziği 1940’ların sonunda bebop, 50’lerde ise hardbop, cool jazz gibi akımlarla yeni bir rotaya girerken değişmekte olan bir dünyayla paralellik gösteriyordu.

Büyük orkestraların (big band) yerini 1940’larda daha küçük orkestralara dayanan bebop gibi bir türün almaya başlamış olması İkinci Dünya Savaşı ile doğrudan ilgiliydi. Pek çok müzisyen cephedeydi, o güne kadar dans ile özdeşleşmiş bir eğlence müziği olan caz daha küçük orkestralarda müzisyenlerin yaratıcılıklarını zorlayabilecekleri daha karmaşık bir armonik yapıya doğru yönelmişti. Bebop, savaşın yarattığı kaosu da içinde barındırıyordu. Bunun aynı zamanda cazın müzik endüstri tarafından beyazları eğlendirmeye dönük bir müzik olarak kurgulanmasına dönük bir tepki olduğunu söylemek de mümkündür.

Coltrane’in yükselmeye başladığı 1950’lerde ise Amerika’da siyah nüfusu açısından bir dönüm noktası yaşandı. 1 Aralık 1955’te yine Coltrane gibi metodist bir kilisede yetişmiş olan Rosa Parks isimli siyah bir kadın terzi, Alabama eyaletinde Montgomery’de otobüste beyaz bir erkeğe yer vermeyi reddetti. Bu dönemde Jim Crow yasaları uyarınca siyahlar otobüsün arka tarafında oturuyor ve beyazlar için yer kalmadıysa kalkıp onlara yer vermeleri bekleniyordu, üstelik iki kişilik yer olsa da beyaz kişi ile siyah yan yana oturamayacağı için siyahlar daha arkaya geçmeliydi. Yasaya meydan okuyan Rosa Parks tutuklandı, ama bu tepki siyahlar arasında sivil haklar hareketinin başlangıç noktası oldu. Martin Luther King isimli genç bir papazın önderliğinde 382 gün süren bir otobüs boykotu başlatıldı. Bu, siyahlar tarafından örgütlenen en kitlesel seferberliklerinden biriydi. Boykot sırasında evi bombalanan ve tutuklanan King, sivil haklar hareketinin en önemli liderlerinden biri olarak öne çıktı.

Hareket 1960’larda ivme kazandı, King’in yanı sıra Malcolm X gibi isimler de hareket içinde öne çıkmaya başlamıştı. Üniversite gençliği Vietnam Savaşı’na karşı örgütleniyordu. Sivil haklar hareketi artık sadece siyahların değil radikal beyaz öğrencilerin de ilgisini çeken bir hareket hâline gelmişti. Artık kendi dörtlüsü John Coltrane Quartet ile kendi sesini yaratmakta olan Coltrane, güneyde ırkçılıkla büyümüş biri olarak sivil haklar hareketiyle başından beri çok ilgiliydi ve Vietnam Savaşı’na karşıydı.

Bir ağıt: Alabama

Ku Klux Klan 15 Eylül 1963’te Alabama’da siyahların gittiği bir kiliseyi dinamitledi. Patlamada dört kız çocuğu hayatını kaybetti, 22 kişi yaralandı. Bombalama, büyük bir tepkiye yol açtı. Saldırıya duyulan tepkiler 1964’te Sivil Haklar Yasası’nın kabulüne giden yolda önemli rol oynadı.

Coltrane’in 1963’te kaydedilen Live at Birdland albümündeki “Alabama” şarkısı kilisede ölen çocuklara bir ağıttı. Coltrane, savaş karşıtı etkinliklerde ve üç üyesi vahşice öldürülen Irksal Eşitlik Kongresi’nin etkinliğinde çaldı.

Yüce bir aşk  

Irk eşitliği mücadelesinin 1960’larda yükselişi caz müzisyenlerini yakından etkilemişti. Pek çok müzisyen eşitlik mücadelesinde tutarlı olan ve siyahların yanında duran soldan etkileniyor, bir kısmı kendini açıkça komünist olarak tanımlıyordu.

Coltrane, sivil haklar hareketiyle yakından ilgilenmesine rağmen hiçbir zaman aktivist olmadı. Eşi Alice bir röportajında Coltrane’in, Martin Luther King’in konuşmalarının yanı sıra Malcolm X’in de birkaç konuşmasını dinlemeye gittiğini söylüyor ve şöyle diyor: “İkisinin de ulaşmaya çalıştığı şeydeki birliği görüyordu. Temelde farklı yönlerden aynı şeye varmaya çalışıyorlardı.” Coltrane, King’e olan saygısını Reverend King isimli bir besteyle gösterdi. Politik atmosferin müziğine sızmasına izin verdi ama müziğini politikaya adamayı reddetti.  

Ünlü dörtlüsüyle 1965 yılında çıkardığı son albüm tam da savaşların, ırkçılığın, çatışmanın olduğu bir dünyaya karşı geniş kitlelerin kalbine ilaç olacağını düşündüğü yüce bir aşkı yerleştirmek üzere yapılmıştı: “A Love Supreme” (Yüce bir aşk).

Albüm kapağında dinleyicilere şöyle sesleniyordu Coltrane: “Ne olursa olsun. Tanrıyla beraber. O inayetli ve affedicidir. O’nun yolu ve O’nun aracılığıyla hepimizin yolu sevgidedir. Bu gerçekten bir Yüce Aşk’tır.”

Müzikal bir devrimci

Coltrane, 1965’te yepyeni bir arayışa yöneldi. Müziği free-jazz (özgür caz) denilen doğrultuya girmişti. Dörtlüsü dağıldı. Onun yerine içinde eşi Alice Coltrane’in de bulunduğu deneysel ve popüler kalıpların çok dışında bir grup kurdu. Coltrane için bu muhtemelen müzikal yolculuğundaki bir aşamaydı ancak radikalleşen hareket ile beraber Coltrane’in müziği de radikalleşmişti. Afrikalı köklerine ritmik olarak da daha çok yer veriyor, bunu modern bir müzik ile tamamlıyordu. Ama sadece Afrikalılar için değil herkes için özgürlüğü arıyordu. Farklı halkların müziği, müziğine sızıyor, onun formu içinde kendine ifade buluyordu.

Yazının başında sözünü ettiğim Chasing Trane belgeselinde anlatılan bir hikâye Coltrane’in insanlığın tümüne duyduğu sorumluluğu iyi yansıtıyor. Son turnesinde Japonya’ya giden Coltrane’in Nagazaki’ye vardığında ilk işi ABD tarafından atom bombasının atıldığı yeri ziyaret etmek ve ölenler için dua etmek olmuş. Onu oraya götüren rehber dua ederken uzun bir süre anıta doğru baktığını ve ona niçin böyle yaptığını sorduğunda verdiği cevabı söylüyor: “Sesleri, uçağı, bombayı ve Japon halkının çektiği acıları hayal etmeye çalışıyorum.”

Coltrane bir militan değildi, ancak müzikal olarak bir devrimciydi. Hayatını müziğiyle yaşadı ve mücadeleye katkısını kendi yoluyla sundu. Büyük yangını, yani 1968’i, göremeden karaciğer kanserine yenilerek dünyadan ayrıldı. Miles Davis, onun müziği hakkında şöyle diyordu:

“Yaşamının son iki veya üç yılında Trane’in müziği, pek çok siyah için, hissettikleri ateş ve tutkuyu, hiddet ve öfkeyi, isyan ve sevgiyi temsil ediyordu. Özellikle de o dönemin genç siyah entelektüelleri ve devrimcileri açısından…”

​Can Irmak Özinanır



Bültene kayıt ol