Derleyen: Levent Şensever
Çin’le ilgili gelişmeler
Şi’nin Suudi Arabistan ziyareti: Çin Halk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ve Çin Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Şi Cinping, 7 Aralık’ta Suudi Arabistan’a jeopolitik bakımdan çok ses getiren resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Suudi Arabistan’da en üst düzeyde ağırlanan Şi’nin bu ziyareti, özellikle bölgesel ittifaklar ve enerji politikaları bakımından önemli sonuçlar doğuracak nitelikteydi. Şi, bu ziyareti sırasında Körfez İş birliği Konseyi (KİK) katılımcısı ülke liderleriyle de bir görüşme gerçekleştirdi. KİK katılımcısı ülkeler, Bahreyn, Kuveyt, Oman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nden oluşuyor.
Çin açısından Körfez ülkeleriyle ilişkiler, bölgenin jeopolitik öneminin yanı sıra, ülkenin fosil yakıt ihtiyaçlarının karşılanması bakımından da önemli. Dünyanın en büyük petrol ithalatçısı konumundaki Çin’in petrol ihtiyacının yüzde 17’sini Suudi Arabistan karşılıyor. Çin, geçtiğimiz ay Katar ile de 27 yıllık bir doğal gaz tedarik anlaşması imzaladı.
Ziyaretin sonuçlarını özetle 5 başlık altında toplayabiliriz:
İki ülke birçok siyasi başlık altında müttefik olduklarının altını çizerken, iş birliklerini daha da ileri taşımak konusunda anlaştıklarını teyit ettiler. Taraflar, uzay araştırmaları, dijital ekonomi ve altyapı projelerinden, İran’ın nükleer programına; Yemen’deki savaştan Rusya’nın Ukrayna işgaline kadar kilit çok sayıda siyasi meselede anlaşmış olduklarını ifade ettiler. Bütün bunlar, iki ülkenin her konuda anlaşmasalar da karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerini önemsediklerini gösteriyor.
Suudi Arabistan ile ABD ile arasında yazılı olmayan bir anlaşmaya göre, Suudiler petrol konusunda Amerikan politikalarını desteklerken, ABD de ülkenin ve bölgenin güvenliğini sağlıyordu. Ancak Suudi Arabistan son yıllarda bu tarihsel anlaşma zeminiyle arasına mesafe koyarken, küresel ilişkilerini Batı’nın dışında çeşitlendirmeye yöneldi. Bu ziyaret, Suudilerin bu politika değişikliğinin altını çizer nitelikteydi.
Her iki ülke de Batı’da uluslararası hukuk normlarına göre ‘otokratik’ rejimler olarak görülüyor. Buna karşı, her iki ülkenin rejimi kendi toprakları içinde gerçekleşen insan hakları ihlallerinin “ülke içi meseleler” olduğunu ileri sürerek, başka ülkelerin “içişlerine karışmasından” son derece rahatsız. Şi’nin bu ziyaretinde iki ülkenin “karşılıklı içişlerine karışmama” yaklaşımında anlaştıkları görülüyor. Ancak Batılı ülkeler tarafından, uluslararası bir norm olan “ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmama” ilkesi, söz konusu ciddi boyuttaki insan hakları ihlalleri olduğunda pek geçerli görülmüyor. Uluslararası hukuka göre, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları, etnik temizlik ve soykırım gibi suçlar, ulusal yasal düzenlemelerin sınırları içinde ele alınamayacak kadar önemli. Bu bakımdan, iki ülkeyle Batılı ülkeler arasındaki bu gerilimin süreceği kuşkusuz.
Şi, Körfez ülkeleri liderlerine, gerçekleştirecekleri petrol ve doğal gaz satışları için Şanghay’daki Petrol ve Doğal Gaz Borsası üzerinden Çin para birimi yuanı kullanmaları çağrısı yaptı. Ancak ziyarete ilişkin ortak açıklamada bu çağrıyla ilgili somut bir ifade yer almadı. Şi’nin doları terk ederek, yuan üzerinden ticaret çabaları son dönemde arttı. Bunun önemli bir gerekçesi, Batı’nın Rusya’ya yönelik yaptırımlarının ileride (örneğin Tayvan’ı işgal etmesi durumundan) kendisine de uygulanabileceği endişesinden kaynaklanıyor.
Şi’nin bu ziyaretinin Suudi Arabistan’da gördüğü ilgi ve varılan anlaşmalar kuşkusuz ABD’yi pek memnun etmedi. Şi’nin ziyaretiyle ilgili Beyaz Saray, “söz konusu ziyaretin Çin’in bölgede nüfuzunu artırmaya yönelik girişimlerine örnek teşkil ettiğini, ancak bunun ABD’nin Ortadoğu politikalarını değiştirmeyeceğine” ilişkin bir açıklama yaptı. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby, Şi'nin dünyayı ve Ortadoğu’yu dolaşmasının “sürpriz olmadığını, ABD'nin, Çin'in dünyada etkisini artırmaya çalışması konusunda dikkatli olduğunu” söyledi.
Öte yandan, Suudi Arabistan’ın resmi açıklamasında, kutuplaşma kavramlarının fayda sağlamadığının altı çizilerek, konuya ilişkin çok kutuplu bir yaklaşım sergilendi. Ziyaretin ardından düzenlenen basın toplantısında konuşan Suudi Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Farhan Al Suud, Krallığın “tüm taraflarla iş birliğine odaklandığını” vurguladı.
Covid-19 kısıtlamaları: Şi’nin pandemi konusunda ısrarla sürdürdüğü “sıfır tolerans” politikası, ekonomik ve toplumsal bakımdan büyük tahribatlara neden oldu.
Fabrikaların üretim faaliyetlerine uzun sürelerle ara vermeleri, dünya tedarik zincirine de büyük darbe vurdu. Bu durum karşısında birçok yabancı yatırım şirketi, ülkedeki üretim faaliyetlerini bölgedeki Vietnam ve Hindistan gibi diğer ülkelere kaydırmaya başladı.
Kapanmalar karşısında birçok uluslararası şirket, Çin’deki faaliyetlerinin aksamaması için işçileri kapanma süresince fabrika içinde yaşamaya ve çalışmaya zorlayarak, üretim faaliyetlerini sürdürmeye çalıştı. Bu işçileri rızaları dışında çalışmaya zorlama girişimleri, Apple’ın yerel üreteci firması Foxconn gibi şirketlerin fabrikalarında kitlesel işçi direnişleriyle karşılaştı.
Birçok büyük kentte uygulanan sert kapanma önlemleri, milyonlarca Çinlinin ekonomik gelirlerini sekteye uğratırken temel beslenme gibi birçok sosyal haklarından mahrum kalmalarına yol açtı. Önlemler, vatandaşların gıda alışverişi yapamayacak veya acil sağlık hizmetlerine erişemeyecek şekilde katı kısıtlamaları kapsıyordu. Bu durum karşısında çaresiz kalan yurttaşlar, çok sayıda kentte barikatları aşarak, kitlesel protestolar düzenlemesine yol açtı. Başlangıçta protestolar sert bir şekilde bastırılmaya çalışılsa da gösterilerin yayılmasının önüne geçilemedi.
Kitlesel direnişler ve protestolar, Çin Komünist Partisi liderliğinin bu yılın mayıs ayından bu yana uygulanan “sıfır tolerans” politikasından geri adım atmasına yol açtı. Sert önlemler gevşetildi. Yakın zamana kadar Çinli vatandaşların herhangi kamusal bir alana girmek için son 48 saat içinde Covid testi yapma zorunluğu vardı. Üç günlük kurumsal bir toplantı için bile her gün test zorunluğu dayatılabiliyordu. Her bir mahalle çitlerle çevriliyor ve mahalle sakinleri mahallelerini terk edebilmek için kurulan karakol tarzı kontrol merkezlerinde test yaptırmaları gerekiyordu.
Bu önlemler yakın zamanda gevşetildi. Testlerin sıklığı azaltıldı. Kitlesel test zorunluluğu okullar, hastaneler, huzurevleri ve ‘yüksek riskli işyerleriyle’ sınırlandırıldı. ‘Yüksek riskli yerler’ yeni uygulamaya göre tüm mahalleri kapsamaktan ziyade, virüs tespit edilen belirli binalarla sınırlandırıldı. Yeni uygulamaya göre, virüs kapan hastalar için şayet belirtiler hafif ise özel karantina tesisleri veya hastaneler yerine, kendi evlerinde karantinaya girmelerine izin verilmeye başlandı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali
Nükleer savaş riski: Başta Putin olmak üzere Rus yetkililer, daha önce de Ukrayna’yı destekleyen ülkeleri nükleer saldırı ile tehdit etmişti. Ancak son dönemde söz konusu tehditleri bir üst boyuta taşıdıklarına tanık oluyoruz.
Vladimir Putin, 9 Aralık’ta Kırgızistan’da gerçekleşen, bazı eski Sovyet bloğuna bağlı ülkelerden oluşan ittifakın toplantısında, Ukrayna konusunda Rusya’nın, ABD’nin “önleyici askeri saldırı konseptini” benimseyebileceğini ve “bunu yerine getirmek için yeterli silaha sahip olduklarını” ifade etti. Putin sözlerine şöyle devam etti: “Rusya zaten böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek hipersonik silahlara sahip, ABD ise henüz bu tür silahları konuşlandırabilmiş değil. Ayrıca Rusya artık ABD'deki eşdeğerlerini geride bırakan seyir füzelerine de sahip.” Rus lider daha da ileri giderek, “Rusya'ya nükleer silahla saldırmaya cesaret eden herhangi bir ülke yer yüzünden silinecektir. Buna emin olabilirsiniz, erken uyarı sistemimizin herhangi bir füze saldırısı sinyali almasının hemen ardından yüzlerce füzemiz havada olacak. Böyle bir durumda düşmandan geriye hiçbir şey kalmayacak çünkü yüzlerce füzeyi engellemek imkansız. Bu elbette bir caydırıcılık - ciddi bir caydırıcılık,” tehdidinde bulundu.
Savaşın eko-sistem ve biyo-çeşitlik üzerindeki tahribatları: Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve süren savaş, yol açtığı büyük insani trajedilerin yanı sıra, eko-sistem ve biyo-çeşitliliğe de büyük darbe vuruyor. Aslında doğa, askeri çatışmalar ve savaşlardan en fazla zarar gören yapıtaşlarından biri. Dünyada ordular, iklim değişikliğine yol açan sera gazlarını en fazla salan unsurların başında gelirken, bir yandan da sıcak savaşlar, gerçekleştiği topraklardaki eko-sistemler ve biyo-çeşitlilik üzerinde büyük tahribatlara yol açıyor. Ukrayna’daki savaşa ilişkin bu boyut pek gündeme gelmese de geçtiğimiz günlerde uluslararası medyada paylaşılan haberler bu realiteyi yansıtır nitelikteydi.
Bu yıl Ukrayna’da savaş bölgelerindeki tatlı suların birçoğunun mayınlanmış olması ve savaştan kaynaklı olarak sulak arazileri besleyen akar su yollarının tıkanmasının, her yıl beslenmek üzere bölgeye göç eden balıkçıl kuşların üremesine büyük bir darbe vurması bekleniyor. Bölgedeki doğa aktivistleri, özellikle Dalmaçya pelikanlarının göç ettiği ve yuva kurduğu sulak arazilere isabet etmiş en az 200 bomba tespit ettiklerini ve eskiden 1000-1500 civarında beyaz pelikanın göçlerle yuva kurduğu bölgede bu yıl sadece 300 pelikanın bulunduğunu ifade ediyor.
Öte yandan son dönemde Karadeniz bölgesinde Ukrayna’nın yanı sıra Türkiye ve Bulgaristan gibi ülkelerin kıyılarında, patlamalardan kaynaklı yanıklar ve çeşitli yaralar tespit edilen çok sayıda yunusun ölü olarak kıyıya vurduğu gözlemleniyor. Savaş öncesi gerçekleştirilen kapsamlı bir araştırma, Karadeniz’de yaşayan yunus popülasyonunun 253 bin civarında olduğunu ortaya koymuştu. Ukrayna'daki Tuzly Lagonu Ulusal Doğal Park Araştırma Başkanı Ivan Rusev, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği şubat ayından bu yana hayatını kaybeden yunus sayısının 5 binden fazla olduğunu belirtiyor.
Araştırmacılar kitlesel yunus ölümlerinin çoğunun, Rus askeri gemilerin elektronik harp yöntemi olarak sonar kullanmasının yunusların sonik yön bulma algılarında sorun yaratması ve gürültü kirliliğinden kaynaklı olabileceğine işaret ediyor.
Dünyada silahlanma yarışı artıyor
Son yıllarda yaşanan ekonomik krizler, iklim değişikliğinin yarattığı doğayla ilgili küresel kriz, pandemi ve son olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte ortaya çıkan enerji krizi gibi bir dizi küresel sorun ve bunlardan kaynaklı olarak küresel düzeyde yaşanan tedarik konusundaki sıkıntılara rağmen, dünyada 2015 yılından bu yana, yani son 7 yıldır silah satışlarında kesintisiz bir artış söz konusu.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) aralık ayında yayınlanan son raporuna göre, savunma sektöründeki en büyük 100 şirketin 2021 yılı içinde silah ve askeri hizmet satışları, bir önceki yıla göre yüzde 1,9 artışla 592 milyar dolara ulaştı.
SIPRI’nin her yıl yayınlanan, gerçekleştirilen satışlar bazında savunma sektöründeki en büyük 100 şirket sıralamasında, 2018 yılından bu yana listenin başındaki ilk beş sıra Amerikan şirketlerinden oluşuyor. Listedeki 100 şirket arasında toplam 40 ABD’li şirket, 2021 yılı içinde 299 milyar dolarlık silah satışıyla, 100 şirketin toplam satışlarının yüzde 51’ini gerçekleştirdi. Listede yer alan Çinli 8 şirketin dördü ise ilk 10 şirket arasında yer aldı. 100 şirket arasında yer alan Avrupalı şirketlerin sayısı ise 27. Listede Türkiye’den de Aselsan A.Ş. ve Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş. (TUSAŞ) olmak üzere iki şirket yer alıyor.
Savunma şirketlerinin silah satışları artarken, ülkelerin silahlanma bütçeleri de hızla artmayı sürdürüyor. Danimarka dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinin toplam savunma harcamaları 2021 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 6 oranında artarak ilk kez 200 milyar doları aştı ve 214 milyar dolara ulaştı.
2022 yılında da Avrupa’daki silahlanmaya ayrılan bütçe paylarında büyük artışlar söz konusu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, bu yılın başında gerçekleşen Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısına tepki olarak, Alman ordusuna verilen mali desteğin artırılacağını ve ülkenin silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu için 100 milyar euroluk ek bir fon ayrılacağını açıkladı.
Almanya’nın yanı sıra, Romanya 2022 yılın içinde savunma harcamalarını yüzde 14 artırdı. 2014 yılında düzenlenen NATO zirvesinde, üye ülkelerin savunma bütçelerini GSYİH’lerinin yüzde 2’si düzeyinde yükseltme hedefini o yıl sadece Birleşik Krallık ve Yunanistan gerçekleştirmişti. Bu sayı 2018 yılında beşe ve 2020 yılında ise dokuz Avrupa ülkesine yükseldi.
Bu yılın yaz aylarında yayınlanan NATO’nun bir öngörüsüne göre ise 2022 yılı içinde Hırvatistan, Estonya, Yunanistan, Letonya, Litvanya, Polonya, Slovakya ve Birleşik Krallık bu hedefi tutturacak; Romanya ve Fransa yüzde 0,1’den daha az bir sapma gösterirken, Türkiye ise yüzde 1,6 oranındaki bütçeyle hedefin altında kalacak.
Öte yandan gerek Çin gerekse Rusya ile sınır sorunları yaşayan Japonya da son yıllarda savunma yatırımlarına hız veren ülkeler arasında başı çekiyor. Japon yetkililerin bu yıl aralık ayında yaptıkları açıklamalara göre, ülke 2023 yılından itibaren beş yıllık bir süreç boyunca savunma harcamalarına 295 ile 318 milyar dolar arasında bir bütçe ayırmayı planlıyor. Buna göre, bu yıl savunma bütçesini yüzde 1 düzeyine çıkarma çabasında olan Japonya, beş yılın sonunda bütçeyi yüzde 2 düzeyine çekmeyi planlıyor.
Avrupa’da bir başka savaş riski
Sırbistan - Kosova gerginliği: Bu yılın şubat ayından bu yana Ukrayna’nın işgaline ilişkin şok dalgalarıyla boğuşmakta olan Avrupa ülkeleri, burunları dibinde bir başka savaş tehdidi altında.
Aralık ayı başında Sırbistan Savunma Bakanı Milos Vucevic, ülkesiyle Kosova arasındaki gerginliğe ilişkin, “Bir kıvılcım her şeyi tutuşturmak ve istenmeyen bir yöne doğru hareket etmek için yeterli,” dedi. İki gün sonra ise bu kez, Kosova polisinin ülkenin kuzeyindeki mevcudiyetini artırmasına tepki gösteren Sırbistan Başbakanı Ana Brnabic, çıtayı biraz daha yükselterek, “Kosova Başbakanı Albin Kurti'nin hamleleri nedeniyle silahlı çatışmanın eşiğinde” olduklarını ifade etti.
İki ülke arasındaki sorunlar, Kosova’nın eski Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsızlık mücadelesi vermesiyle başladı. Ancak Sırplar bu çabaları kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı. Sırplar, NATO güçlerinin 1999 yılının mart ile haziran ayları arasında Sırbistan’ı bombalamasının ardından Kosova’dan geri çekilmek zorunda kaldı. NATO, günümüzde halen 3700’ün üzerinde bir gücü Kosova topraklarında konuşlandırmış durumda.
NATO’nun bu desteğini arkasına alan Kosova, 2008 yılında tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan ederek Sırbistan’dan ayrıldı. Günümüzde ABD, Birleşik Krallık ve 27 Avrupa birliği ülkesinden 22’si de dahil olmak üzere, Birleşmiş Milletlere üye 193 ülkeden 99’u Kosova’nın bağımsızlığını tanıyor.
İki ülke arasında günümüzde yaşanan sorunların temelinde ülkedeki Sırp etnik azınlık ile Arnavutluk yanlısı hükümet arasındaki gerilim yatıyor. 1,8 milyon Kosovalının yüzde 92’si kendilerini Arnavut olarak tanımlarken, kendilerini Sırp olarak tanımlayanların genel nüfusa oranı ise yüzde 6 düzeyinde.
Savaş risklerini artıran güncel sorun ise Sırp azınlığın, yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde resmi olarak Sırbistan’ın verdiği araç plakalarını kullanmaya başlamasıyla tetiklendi. Bölgede yaşayan Sırp azınlık mensupları, Kosova’nın bağımsızlığını tanımadıkları için araçlarında Kosova plakalarını kullanmayı boykot ediyor.
Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik (COP15) Konferansı
7 Aralık’ta Kanada’nın Ottowa kentinde başlayan ve 19 Aralık tarihine kadar sürecek olan Birleşmiş Milletler Biyo-çeşitlilik Konferansı’nı birçok uzman, 6-20 Kasım tarihlerinde Mısır’da gerçekleşen COP27 toplantısından daha önemli olduğunun altını çiziyor.
Sürmekte olan çeşitli çabalara karşın, küresel biyo-çeşitlilikteki gerileme gün geçtikçe daha da hızlanıyor. Bu gidişata bir dur demek ancak radikal önlemler alınması durumunda olanaklı olacak. Bu bağlamda konferans, tüm dünyada devletlerin geniş çaplı ve iddialı projelerle ve toplumlar ve biyo-çeşitlilik arasındaki ilişkileri radikal bir şekilde dönüştürmek üzere bir çerçeve eylem planı üzerinde anlaşma sağlamaları ve bu yönde önümüzdeki 10 yıl için hedefler saptamalarını amaçlıyor.
Bilim insanlarının gerçekleştirdiği araştırmalar ve artan orandaki bilimsel kanıtlar, 66 milyon yıl önce dinozorların yok olduğu dönemden bu yana görülmemiş düzeyde türlerin kitlesel yok oluşuna işaret ediyor. Buna rağmen, BM’nin 2020 yılında yayınladığı bir rapora göre, konuyla ilgili daha önceki zirvelerde kararlaştırılan tek bir hedefe dahi ulaşılamadı.
Yeryüzünün tarihinde son 540 milyon yıl içinde beş kez türlerin kitlesel yok oluşu yaşandı. Bazı bilim insanları günümüzde türlerin altıncı kitlesel yok oluşunun yaşanmakta olduğunu ileri sürüyor. Üstelik bu kez bundan önce gerçekleşen yok oluşlardan farklı olarak, bu yok oluş büyük oranda insan faaliyetlerinin sonucu olarak gerçekleşiyor.
‘Türlerin kitlesel yok oluşu’ kavramı, bilimsel olarak yeryüzündeki tüm türlerin dörtte üçü veya daha fazlasının yok olması anlamında kullanılıyor. Bilim insanlarının tahminlerine göre, dünyada son 50 yıl içinde vahşi yaşam popülasyonlarının yüzde 69’unda azalma oldu. Meksika’da, UNAM Üniversitesi'nde ekolojist olan Dr. Ceballos, 2150 yılının sonunda tamamen kitlesel bir yok oluş sürecine gireceğimizi ve önümüzdeki iki yüzyıl içinde tüm bitki ve hayvanların yüzde 70'ini kaybedebileceğimizi düşünüyor.
İsrail ve Filistin gerilimi
Son dönemde İsrailli aşırı sağcı yerleşimcilerin Filistin’de işgal altında olan topraklarda Filistinli vatandaşlara yönelik saldırında ciddi artışlar yaşanıyor.
Middle East Monitor haber sitesinde yer alan bir habere göre, bazı İsrailli medya haber sitelerinde yer alan haberler ve bazı insan hakları gruplarının raporlarında, İsrail hükümet yetkililerinin yerleşimcilerin işgal altındaki topraklarda yürüttüğü Filistin karşıtı faaliyetleri teşvik ettiği öne sürülüyor.
Haberde, İsrailli bir insan hakları sivil toplum kuruluşu olan B’Tselem'in konuya ilişkin görüşlerine de yer veriliyor. B’Tselem'e göre, “Yerleşimci şiddeti ve vandalizm, İsrail makamlarının desteğiyle gerçekleşiyor. Askerler bazen bu saldırılara katılırken, bazen de saldırıları müdahale etmeden izliyor. Polis ise olayları soruşturmak veya bunları önlemek veya durdurmaya yönelik önlemler almak için herhangi bir çaba sarf etmiyor.”
Filistin Yönetimi’nin Cumhurbaşkanı Mahmut Abbas, konuyla ilgili 8 Aralık’ta yaptığı açıklamada, kendisinin silahlı bir direnişe karşı olduğunu ancak bu yaklaşımından yakında vazgeçebileceği uyarısında bulundu. Al Arabiya gazetesiyle yaptığı röportajda, “Silahlı Filistin Direnişini desteklemiyorum, ancak bu değişebilir. Değişebilir - yarın, ertesi gün veya başka bir zaman. Her şey değişebilir,” dedi. Abbas, sözlerine şöyle devam etti: “Filistin halkı patlayacak kadar eziliyor, eziliyor ve baskı altına alınıyor; Filistinlilerin sabrı taşırılıyor.”
Gerginlikler, geçen hafta içinde işgal altındaki Batı Şeria’da İsrailli güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği bir gece baskını sırasında, üç Filistinliyi öldürmesiyle birlikte tırmandı. Bunun ardından İsrailli güvenlik güçleriyle yerel Filistinliler arasında çıkan çatışmada, güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu en az on Filistinli yaralandı. Son ölümlerle birlikte İsrailli güvenlik güçlerinin bu yıl içinde işgal altındaki topraklarda öldürdüğü Filistinli sayısı 216’ya yükseldi.
Not: F. Levent Şensever tarafından derlenen “Dünyada Güncel Gelişmeler” serisini, bugünden itibaren haftalık olarak yayınlayacağız.