İnsanın, doğaya karşı vermek zorunda olduğu ve varlığını devam ettirmenin temel koşulu olan emek, sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile birlikte farklılaşmaya başlamıştır. İnsanların, üretim sürecinde kurdukları ilişkiler ürettikleri araçların ve bir üretim aracı hâline gelen toprağın mülk edinilmesi ile birlikte eşitsiz bir ilişki ortaya çıkarmıştır. Bu noktadan itibaren sınıflar ortaya çıkmış ve insanı var eden emek, insanın kendisine karşı bir şey hâline dönüşmüştür.
Sınıflı toplumların en son aşaması olan kapitalizmde artık insanın yaratıcı kapasitesi olan emekten çok, emek gücünün sömürülmesine dayalı bir sistemden bahsediyor oluruz.
“Emek gücü, alınıp satılabilen bir meta hâline dönüşmüştür. Mülkiyetten yoksun olan sınıf, en basit ihtiyaçlarını sağlamak için emek gücünü satmak zorundadır.”(Engels) Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıf ise işçilerin emek gücünü satın alıp, bir bölümünü ise gasp ederek varlığını sürdürmek zorundadır. İnsanların emek gücü artık bir meta hâline gelmiştir ancak bu meta türü diğer metalardan farklı bir özelliğe sahiptir. Emek gücü, diğer tüm metalara değer katan özel bir metadır. Artık üretici, emeğinin ürününü değil bizzat emek gücünün kendisini kapitaliste satmakta ve karşılığında ücret almaktadır. Oysa metaya değer katan üreticinin kendi gücüdür, kapitalistin elde ettiği kârın temeli ise emek gücünün yeniden üretimine ayrılan kısım dışındaki değere kapitalist tarafından el konulmasıdır. Yani kapitalizm altındaki emek yabancılaşmış emektir ve üretim sürecinde işçiler ücretli köleler hâline dönüşmüşlerdir ancak tam da bu sebeple işçi sınıfının kendi eylemi bu yabancılaşmayı aşabilme potansiyeline sahiptir. Sosyalistler, üretimi gerçekleştiren sınıfın yani işçi sınıfının bu sistemi alaşağı etmesi ve kendi iktidarı ile sınıflı toplumların, dolayısıyla yabancılaşmış emeğin ortadan kalkacağını savunurlar.