Direnişte faşizme, ırkçılığa geçit yok

19 Mart’ta başlayan direnişte hepimiz sokaklardaydık, hâlâ da öyleyiz. Meydanlarda, üniversite kampüslerinde, mahallelerde yapılan eylemlerde birlikte direndik.

Eylemlerin özellikle ilk haftalarında öne çıkan sembollerden biri Türk bayrağı, atılan sloganlardan biri de “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganıydı. Ancak herkes Türk bayrağı taşımadığı gibi bu slogana da eşlik edecek değildi. Bu durum özellikle ilk kez sokağa çıkan bazı arkadaşlarımız için şaşırtıcıydı çünkü milliyetçiliğin hepimizin değeri olduğunu, bayrağın hepimizi temsil ettiğini düşünüyorlardı.

Neden öyle olmadığını açıklamaya çalışacağım.

Bugün bildiğimiz anlamıyla milletler ve milliyetçilik aslında görece yeni bir olgu. Kapitalizmin giderek ulus-devletler olarak örgütlenmesiyle gelişen, ivmesi Fransız Devrimi’nin ardından hızlanan bu süreçte yeryüzü nasıl daha önce krallıklar, imparatorluklar gibi birimlere ayrıldıysa bu kez de her biri bir milleti temsil ettiğini öne süren ve meşruiyetini buradan alan devletlere bölündü. Daha önce kendisini yerel bölgesine veya dinsel kimliğine göre tanımlayan gruplar, eğitim ve askerlik gibi kurumlar yoluyla yurttaş haline getirildiler. Eşzamanlı olarak geçmiş de yeniden yorumlandı ve her ülkede ulusal destanlar, ulusal kahramanlar yaratılarak ta öteden beri hiç bozulmadan gelen milletler efsanesi yaratılmış oldu. Böylece milliyetçilik düşüncesi doğallaştırıldı, her ülkedeki nüfusun çoğunluğuna milletlerin hep olduğu ve hep olacağı anlatıldı.

Gerçek ise çok daha farklı: Milletler icat edildiler. Örneğin, İtalyan devlet adamı Massimo d’Azeglio, “İtalya’yı yarattık. Şimdi İtalyanları yaratmalıyız” demişti.

Bu süreç Türkiye için de benzer şekilde işledi. Osmanlı’nın dağılma sürecinde önce Müslümanların –İmparatorluğun Hristiyan unsurlarına karşı— bir araya gelmesi gerektiğini anlatan bir tür Müslüman milliyetçiliği peyda oldu. Giderek ve başta Anadolu olmak üzere, Türk/Müslüman sermayesi kitlesel destek toplamaya başladı. Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’nın ardından Rumlar ve Ermeniler tasfiye edilirken Müslüman milliyetçiliği de yerini Türk milliyetçiliğine bıraktı.

Bu ideoloji Anadolu’daki Türk sermaye sahiplerinin çıkarlarını temel alan bir ulus-devletin kuruluşuna liderlik etti. Dini ve ulusal azınlıklar şiddet kullanılarak tasfiye edilirken, milliyet temeline dayanmayan başka türlü bir “biz” düşüncesine sahip olan muhalif akımlar da yok edildi. Yani sosyalist örgütler kapatıldı, yayınları yasaklandı. İşçiler uzun yıllar sendika kuramadı, grevleri yasaklandı.

Özetle milliyetçilik her yerde, sermaye sahiplerinin kendi çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak bütün halka dayatmasını sağlayan bir ideoloji olarak öne çıktı.

Milliyetçiliğin sembolleri de aynı işlevi gördü; Türk Bayrağı benimle Ali Koç’un, seninle Hacı Sabancı’nın aynı gemide olduğunu ama aynı koşullarda yaşayan (yaşamak için emeğini satmak zorunda olan) bir İngiliz’den, bir Arjantinliden, bir Suriyeliden farklı olduğumuzu fısıldayan bir sembol haline geldi.

Sadece bununla da kalmadı, bayraklar asıl olarak devletlerin ve devlet şiddetlerinin sembollerine dönüştüler.

6-7 Eylül’deki linç ve katliamın, 1990’larda Doğu’da yapılanların, 1995 Gazi katliamında açılan ateşin simgesi olarak görülen, Hrant Dink’in katili Ogün Samast’a tutturulan bir sembol aslında kapsayıcı olmuyordu.

Gerçekten kapsayıcı adımlar atmak istiyorsak, bu sembolleri savunmak ve AKP’nin toplumun farklılıklarını yok sayan, yok etmeye çalışan anlayışına karşı başka türden bir tektipleştirmeyi kurtuluşun reçetesi gibi sunmak yerine eylem ve forum alanlarında birbirimizi dinleyebilir ve AKP’nin yarattığı baskıcı ortamda bastırılmış olan tüm sesleri, onların deneyimlerini anlamaya çalışabiliriz.

Bir de Türkçülük meselesi var

Saraçhane eylemlerinde bazı sloganlar ve semboller, milliyetçiliğin kriz durumlarında nasıl hızla ırkçılığa ve faşizme kayabileceğini net bir şekilde gösteriyordu. “Kurt işareti” yapan, Kürtlere ve/veya Ermenilere küfreden, kadınlığı ve kuirliği aşağılayan kişi ve gruplara da rastladık.
Her ne kadar bunların etkisi giderek azalsa da bu yine de üzerinde durulması gereken bir konu.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ ana-akım haline gelmeye çalışıyor. İnternette ve özellikle Twitter’da siyahlara hakaret eden, Esat Oktay Yıldıran gibi figürleri öven, Nihal Atsız gibi kişileri kahramanlaştıran onlarca sayfa ve hesap bulmak mümkün.

Bugün Türkçülük; Atatürkçülük veya Kemalizm’in tamamlayıcısı veya eş anlamlısı haline getirilmeye, böylece normalleştirilip makul bir siyasal fikirmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa kendisine Türkçü diyen faşist Türk kafatasçılığı, siyasal bir çizgi olarak ana-akım değildir. Rıza Nur’dan Nihal Atsız’a uzanan Türkçü figürler için hem Türklük bir “ırk ve kan meselesi” idi hem de Kemalizm “muazzam bir safsata” idi.

Atsız 1934’te çıkardığı Orhun dergisindeki ırkçı yazılarla, Trakya’da yaşayan Yahudi yurttaşlara karşı girişilen pogromda rol oynadı.
Irk temelli bir Türklük anlayışı, başta Kürtler, Ermeniler ve Rumlar olmak üzere diğer halklara düşmanlık güder.

Totaliter bir devlet isteği temelinde örgütlenen Türkçülük 1990’ların sonundan itibaren tekrar canlandı. 1996’da kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği, 2005 yılında İzmir’de “Kürt nüfus artışı durdurulsun” imza kampanyası düzenlerken Türk Solu dergisi “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” manşetiyle yayınlanmıştı.

Türkçülüğün/ırkçılığın bugünkü popülerleşmesinin ardında birden fazla dinamik var. Bunlardan ilki, AKP iktidarının özellikle 2016 sonrasındaki sola yönelik baskıları ve üniversite/lise gençliğinin uzunca bir dönem boyunca sol fikirlerden büyük oranda yalıtabilmiş olması. AKP – MHP iktidarı döneminde popülerleşen Göktürkçe yazılar, Kurt başı gibi semboller giderek bunların arkasındaki fikirlerin de normalleştirilmesini kolaylaştırıyor.

İkincisi ise aşırı sağın tüm dünyayı ele geçiren etkisi. Yoksulluğun sorumlusu olarak patronları ve hükümeti değil, başta Suriyeliler olmak üzere mültecileri işaret eden; sağlık sisteminin özelleştirilmesine değil göçmenlerin sağlık hakkına karşı çıkan; polis şiddetine değil, polis şiddetinin kendisini hedeflemesine itiraz eden kitlelerin yaratılmasında dünyadaki bu eğilimin de payı da var.

Üçüncü dinamik ise eski MHP’li Ümit Özdağ’ın liderliğindeki Zafer Partisi’nin yıllardır sürdürdüğü göçmen düşmanı ve ırkçı siyasettir. Bu siyaset, gençleri kendileriyle aynı sınıftan insanlara saldırmaya hazır hale getirmeyi amaçladı ve Türkiye’nin pek çok yerinde Suriyelilere yönelik katliamlar, saldırılar yaşandı.

Dolayısıyla demokrasi için mücadele ederken ırkçılığa ve ırkçılığın normalleştirilmesine de karşı çıkmak zorundayız.

Zorbalığa karşı direnirken “Direnişte faşizme, ırkçılığa geçit yok” demeye, ısrarlı bir biçimde devam etmek zorundayız.

D. Konar

son yazıları

Ankara'da hayvan hakları forumuna davet: "Şimdi ne yapacağız?"
Temel Conta grevi 159. gününde saldırıya rağmen kararlılıkla sürüyor
DSİP: LGBTİ+ hak ve özgürlük mücadelesinin yanındayız!

ilginizi çekebilir

WhatsApp Görsel 2025-05-13 saat 14.56
Ankara'da hayvan hakları forumuna davet: "Şimdi ne yapacağız?"
temel-contaa
Temel Conta grevi 159. gününde saldırıya rağmen kararlılıkla sürüyor
rainbow
DSİP: LGBTİ+ hak ve özgürlük mücadelesinin yanındayız!