Kürt siyasi hareketi sürekli bir basınç altında. Kibirli Türk sosyal şovenleri Kürtleri eleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Bir önceki çözüm sürecinden bu türden sol görünümlü aşırı sağcı argümanların kakafonisine karşı bu sefer hem Kürtler hem de Kürtlerle omuz omuza yol yürümek gerektiğini düşünen bir dizi sol muhalif tavizsiz bir tutum aldı. Kandil, örgütsel yapısını feshetme kararını açıkladı. Ama sanki böyle bir karar alınmamış gibi, siyaset alanını ulusalcı bir tımarhaneye çevirmeyi hedefleyen tartışmalara muhatap olmak zorunda kalıyoruz. PKK fesih kongresinde yer alan bir cümle, ulusalcıların ve sürece, barış girişimine neresinden karşı çıksam ses getirebilirim diyenlerin o gün bugündür üzerinde tepindiği bir tramplen halini aldı. Bu tramplende sıçrayan her ulusalcı kafası üstü yere çakılsa da görüntü ve ses kirliliği yine de rahatsız edici. Özgür Özel’in Van’daki konuşmasında yaptığı doğru vurgulardan sonra bu tramplende zıplayan “çılgın ulusalcıların” iddialarını çürütmek zorundayız. Sorun Kürt meselesinin çözümü olduğunda asli dertlerinin çözümsüzlüğün sürmesi, Kürtlerin rahat bir nefes alamamasının sağlanması olanlar şimdi ‘Lozan, Lozan” çığlıkları atıyorlar.
Lozan elden gidiyor mu?
Lozan konusu Kandil’in fesih kararı açıklamasıyla beraber her gündemin baş köşesinde. Lozan gidiyor-Sevr geliyor!
Aman tanrım!
Buna bir de çoğumuzun ne olduğunu bile hatırlamadığı BOP eş başkanlığı tartışması ekleniyor. Yani bir hurafe yeniden ısıtılıyor.
Oysa Kandil’in açıklamasında ulusalcıları bu kadar heyecanlandıracak bir vurgu yok . “Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı.” Açıklamada, Lozan anlaşmasından önce böyle söz ediliyor. Ardından da Öcalan’ın “Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması’nın ve 1924 Anayasası’nın öncesini referans alarak, Ortak Vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu Demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve Demokratik Ulus anlayışını Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak benimsedi” deniliyor.
Burada, avaz avaz bağırmayı gerektirecek hiçbir vurgu yok. AKP ile Kandil’in gizli bir anlaşma ile Lozan’dan vazgeçeceğine dair çıkarım yapılacak bir uygun zemin de yok. Cümle dizilimi çok açık. Öcalan’ın çok uzun bir süredir savunduğu teorik yaklaşımın ve tarihsel bakış açısının kısa bir özeti var.
Bir örgüt kendisini feshetme kararını açıklarken, vakti zamanında hangi çerçevede kurulmuş olduğunu ve silahları bırakma kararı alırken hangi sorunları nasıl değerlendirdiğini kamuoyuna açıklıyor. Ulusalcı hezeyan şunu kavrayamıyor: bu tartışma artık silahlı bir mücadelenin ve ayrı bir devlet kurma tartışmasının bir parçası değil. Kandil’den yapılan açıklama bugüne kadar sürdürdüğü örgütsel varlığını sona erdirme kararı alan bir yapının değerlendirmesi. Bildiğimiz anlamda PKK kendini feshettiğini açıklarken, tartışmanın bu yanına değil de “Lozan elden gidiyor” başlıklı hurafeye odaklanmamız isteniyor. Örgüt gelecekte ne yapacağını tartışmıyor, kendisini kapatıyor. Bunu anlamak neden bu kadar zor geliyor acaba ulusalcılara? Hem Öcalan’ın hem de Kandil’in yaptığı açıklamada ortak vatan vurgusunun ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikre sahip değiller.
Bildiğimiz gibi Lozan’ın da gizli maddeleri olduğu ve 100’üncü yılında memleketin bu maddeler etrafında bölüneceği tezleri revaçtaydı yakın döneme kadar. Ulusalcıların sahte bölünme korkusu, gizli maddeler nedeniyle eleştirilen Lozan’dan ‘aman elimizden alınıp gitmesin’ denilen Lozan’a geçiş yapmak yine de bir başarıdır! Ama bir gazetecinin yaptığı hatırlatmayı büyük puntolarla bu şımarık güruha anlatmak kaydıyla. Eğer, Lozan’ı bu kadar sahipleniyorsanız beyler bayanlar ve Sözcü gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi mensupları, o vakit Lozan’ın uygulanmayan iki fıkrasının neden uygulanmadığını sormak ve uygulanmasını sağlamak için aşırı bir çaba göstermelisiniz. Bu çabada sizlere Kemalist komünizmin ne çağdaş yorumlarıyla pusula vazifesi görecek Zülal Kalkandelen ve Kemal Okuyan gibi “teorisyenleriniz” de var. Lozan Anlaşması’nın 4. Maddesiyle 5. Maddesi, Rum, Ermeni ve Yahudilerin ticarette, basın yayın alanında kullanabileceğini öngörür, kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılmasını ve hatta mahkemelerde anadillerini kullanmalarının özgür bırakılmasını hedefler.
Lozan’dan konuşmak isteyenleri hiçbir şekilde gizli olmayan bu maddeleri de konuşmaya bekliyoruz. Yoksa çeşitli insanların alaycılığına maruz kalmak zorunda olduklarını hatırlamalarında fayda var.1 Tersi, cumhuriyet tarihini çeşitli virajlarını tartışma üstü ilan ederek devlet yargısı gibi davranmak gelişmelerin dışında kalma konusundaki özel yeteneklerini gösterir bu türden ulusalcıların. Vakti zamanında Ahmet Türk’e yumruklu saldırının failini işçi olduğu için mazur göstermeye çalışan zihniyetin aşırı sağcılığı, Sevr’i gericiliğin Lozan’ın modern Türkiye’nin temeli sayabilir. Fakat 1921 anayasasıyla kurulan 1923 Cumhuriyet Devleti’nin asli zemininin neden 1924 anayasası olduğunu asla açıklayamaz.
Cumhuriyet gazetesi ilk bakışta bir gazete gibi görünebilir. Ama değil. O gazetede, Aydın Engin ve o dönem gazete çalışan yazar ve yöneticiler kadrosunun önemli bir kesimi göz altına alınmasına, bazı arkadaşlarımızın aylarca hapis yatmasına neden olan ihbarcı bir grubun dışında, hiç utanmadan, tasfiye edilen bu gazetecileri liberal olmakla suçlayarak eşitli köşe başlarını tutanlara elbette gazeteci diyemeyeceğiz. Ama bu memlekette Kemalizm’i komünizmle bir ve aynı şey sananların sayısı kadar, Cumhuriyet gazetesini de solcu bir gazete sanan insan var. Bu nedenle bu gazetenin PKK silah bırakma kararı aldığında, buradan Lozan’a savaş açtığı sonucunu çıkartmasını sürpriz olmuyor. Bu, gelişmelerin gerisinde kalan ulusalcıların yutmak zorunda kaldıkları tozlar nedeniyle ellerinde avuçlarında kalan son nefret söylemlerini de kusmaları olarak kayıtlara geçecek. İYİ Parti ve Ümit Özdağ gibi isimler, bu nefret söylemini en azından sol bir sosa bulamadan ifade ediyorlar.
Hep birlikte yaptıkları ise şu: çözüm süreci hakkında şüphe yaratmak. Bölünme korkusunun en düşük seviyeye inmesi gereken günlerde bölünme korkusunu şişirerek Kürt halkının çözüm sürecinden barış sürecine geçişte kazanım elde etmesini ve barış sürecinin kalıcı bir hukuki, toplumsal ve siyasal zemine oturmasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Bunu, örneğin, Özgür Özel’in Van’da yaptığı konuşma yerine bu histerik milliyetçi dalgaya kapılıp Lozan paniğini ifade ettiği konuşmalar yapmasını, 19 Mart sonrası başlayan hareket içinde Kürtlerin yeri olmadığını ima ederek yapıyorlar.
Bu yüzden batıda yaşayan sosyalistlerin dile getirmesi gerekenn bir iki noktaya değinmeden önce bir soruya daha yanıt vermek gerekiyor.
Hiç mi eleştirmeyeceğiz?
Evet soru bu. Şimdilerde alttan alta yani gelişmeleri ‘hiç mi eleştirmeyeceğiz’ sorusunu soranlar revaçta. Ben bu sorunun masum olduğunu düşünmüyorum. Bu sorunun evrensel, zamandan-mekandan ve ulusalcıdan bağımsız bir yanıtı yok. Ulusalcıysanız, evet ,çözüm sürecinde yaşanan gelişmeleri hiç eleştirmeyeceksiniz!
Çünkü siz zaten sürece karşısınız. ‘Hiç mi eleştirmeyeceğiz’ diyerek, aslında yerden yere vurduğunuz süreci karalamaya daha fazla insanı davet ediyorsunuz.
Örneğin, batıda yaşıyorsanız, Kürt değilseniz ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını-ayrılma hakkı da dahil savunmuyorsanız, yeni çözüm sürecinin bu son evresinde silahsızlanma kararını hiç eleştirmeyeceksiniz.
Bugüne kadar Kürt halkına hiç destek olmadıysanız, Kürtlerde her zaman sonu gelmez bir gericilik gördüyseniz, Kürt aktvistlere daima kibirle yaklaştıysanız, son gelişmeleri, evet hiç eleştiremeyeceksiniz.
Çözüm sürecini destekliyor gibi görünüp aslen karşı çıkıyorsanız, “demokrasi olmadan barış olmaz” diyerek barış ve demokrasi arasındaki dinamik ilişkiyi yok sayıyorsanız, yine de eleştirebilirsiniz. Ama eleştirilerinizin ciddiye alınması bir zorunluluk olmaz.
İktidarın otoriterleşme dalgasıyla çözüm sürecinin aynı anda ilerlemesi ve kapalı kapılar ardında yaşanan gelişmeler hakkında bilgi sahibi olmamak. Bu iki konu elbette önemli. Lozan tartışmasını yaparak artık geride kalmış, gelişmelerin dinamiğini kavramaktan uzak köhne ulusalcı fikri kümelenmeyi; özel olarak Kürtlerin, genel olarak tüm ezilenlerin yeni çözüm sürecinden umutlanmasını engellemek amacıyla rol kapmaya çalışanlardan farklı olarak, daha sahici tartışmalar bunlar.
Yeni çözüm sürecinden barış sürecine
Tuncer Bakırhan, Muş’ta çiftçilerle buluştu. Yaptığı konuşmada, “İnşallah Türkiye önümüzdeki günlerde barışın kapısını aralayarak bu topraklara, bu kadim coğrafyaya kanın akmadığı, çatışmaların olmadığı bir tarihi birlikte çocuklarımıza armağan edebiliriz” dedi. Bu yaklaşım, neden önümüze bakmamız gerektiğini özetleyen çok önemli bir tutum. Ekim ayından Kandil’in silahsızlanma ilanına kadar geçen sürece, biz, yeni çözüm süreci adını vermiştik. Bu sürecin ilk evrelerine, hatta, tekme tokat çözüm süreci demiştik. Çünkü bir yandan iktidar çözüm konusunda adımlar atarken, aynı anda tutuklamalar, kayyım politikaları bir devlet politikası olarak sürdürülüyordu.
Kandil’in örgütün feshini ve silahsızlanma açıklamasını ise yeni çözüm sürecinin nihayete erdiği ve kalıcı bir barış için zeminin oluştuğu bir milat olarak görmek gerekiyor. Bu dönemde, sosyalistlerin ve demokratların bir dizi rolü olabilir. Ve Kürt halkının uzattığı barış elini tutmak için gereken taktik adımlar hassas bir şekilde atılabilir.
Bu yüzden de öncelikle kavranması gereken nokta, PKK örgütsel olarak feshedilmiş olabilir. Bu fesih süreci, karşılıklı zeminler inşa edilerek ilerleyecektir. Ama bir örgütün feshedilmesi, o örgütün üyelerinin ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Sonuncu Kürt isyanı, kendisini, “silahlı çatışma zemininden politika ve hukuk zeminine” taşıyor.
Bunun için ana akım medyada çok tekrarlanan bir dizi önlem ele alınıyor. PKK kadroları tasnif edilip, örgütün nihai kimlik değişimi tamamlandığında üyelerinin durumunun ne olacağı tayin edilmeye çalışılıyor. Demokrasiyi savunanlar, hızlı yasal düzenlemeyle, siyaset alanının herkese açılmasını savunmaya başlamalıdır. Silahlı çatışma zemininin yerine, siyaset ve hukuki zemin inşa edilmelidir.
Kürt halkının en temel hakları, özellikle siyasal hakları, anayasal hakları, hukuki hakları, toplumsal ve kültürel hakları, her zeminde kullanılabilecek anadil hakkı garanti altına alınmalıdır. Tek bir Kürt yurttaş bile dışlandığı duygusunu hissetmemeli. Bu, yeni çözüm sürecinin kalıcı bir barış sürecine evrilmesi için elzem olan bir adım. Erdoğan’ın son grup toplantısında kayyım uygulamasının istisna haline geleceğini söylemesi bu açıdan ele alınmalıdır.
Bu adımların atılması ve Kürtlerin kolektif bir özne olarak tanınması için mücadele etmek yerine, eski ırkçı ve milliyetçi tartışmaları yapmak, sadece en temel ve demokratik siyasal haklarını kazanmış Kürtleri değil, genel olarak Kürt varlığını hazmedememek olarak ele alınmalıdır.
Hem otoriterleşme dalgasına karşı hem barıştan yana
Sürece dair yapılması gereken en önemli tartışma, ‘bir yandan otoriterleşme dalgası inşa edilirken aynı zamanda Kürt meselesinin barışçıl bir temelde çözümü mümkün olabilir mi?’ sorusu etrafında sürüyor. Bu sorunun yanıtı elbette ‘hayır!’ olmak zorunda. Ama mesele bir otoriterleşme dalgası ve bir çözüm süreci sürdüren iktidar bloğu karşısında hiçbir tepki yokmuş gibi ele alınıyor. Kürtler silahların değil siyasetin bir mücadele tarzı olarak benimsenmesi nedeniyle suçlu hissettirilmeye çalışılıyor.
Bu yüzden sorun, otoriterleşme dalgası içinde çözüm sürecinden barış sürecine ilerlenebilir mi şeklinde ortaya konulamaz. Soru, “’em çözüm sürecinin kalıcı bir barış sürecine evrilmesi hem de otoriterleşme dalgasına karşı aynı anda mücadele verilmesi nasıl örgütlenebilir?’ diye kurulmak zorunda.
Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanması sıra dışı bir gelişme değilmiş gibi davranmak ne kadar yanlışsa, hayatında ilk kez belediye başkanı tutuklanmış gibi yapmak da o kadar büyük bir hatadır. Kürtler üzerinde sistematik ve on yıllara dayalı bir şekilde inşa edilen baskının derecesinin azalması, yeni çözüm sürecinin ilk kazanımı olacaktır. Aynı şekilde Kürtlerin bir dizi temel hakkının tanınması bir başka kazanım olacaktır. Kürt halkı demokratik alanda nefes almaya başladıkça, terörle iltisaklı olmak gibi suçlamalar tarihin çöp tenekesine atıldıkça siyasal demokrasinin alanı Kürtler açısından genişlemeye başlayacak.
Burada, batıda otoriterleşme dalgasına verilecek yanıt devreye girecek. Kürtler üzerinde değil dalga bir otoriterleşme tsunamisi inşa edilirken batıda faili meçhuller, yargısız infazlar, kirli savaş taktikleri, parti kapatma davaları Kürt şehirlerinde devam ederken kimse demokratikleşme olmaz demiyordu. Demokratikleşmenin sınırını Diyarbakır’dan çizmiyordu. Aynı şekilde, bu sefer eğer Diyarbakır’da demokratik kanallar açılacaksa, batıda demokratik kanallar daraltılırken bunun nasıl olabileceğine dair spekülasyonlarla Kürtlerin kazanımlarını değersizleştirmek en yanlış tutum olacaktır.
Kürtler kendi temel hakları için mücadele ederken, ezilen herkesin haklarına da elden geldiğince sahip çıktı. Şimdi, aynı adımı batıda atmak gerekiyor. Otoriterleşme dalgasına karşı çıkarken, Kürtlerin çözüm sürecinden barış sürecine ilerleyebilmesini de savunmak zorundayız. 19 Mart’ta başlayan ve etkileri hala devam eden kitlesel hareket aralıksız bir şekilde sürmek zorunda. Hukuksal kazanımlar, kitlesel mücadelelerin ürünü olacak. Yeni çözüm sürecinde atılacak adımları kalıcı kazanımlar haline çevirecek olan da bu hamlelerin demokratik ve hukuki zeminde tanımlanması olacaktır. Kürtlerin, batıda yaşayanlara karşı bir ödevleri yok. Batıda yaşayanların, Kürtlere karşı bir ödevleri var: bir yandan hukuksuz her bir adımı, kayyım politikalarını, CHP’li belediyelerin kuşatılmasını engellemek, yargı alanında demokratikleşme yönünde adımların hızlı atılması için çabalamak, aynı anda da çözüm sürecinden Kürtlerin en büyük kazanımla çıkması için çabalamak.
Kürtler otoriterleşme dalgasının sorumlusu değil mağdurudur ve şimdi içine girdiğimiz yeni çözüm sürecinden barış sürecine doğru nasıl ilerleyeceğini ön göremeyeceğimiz bu dinamik dönem, batıda antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel mücadelelerin de önünü açacak potansiyellere sahip. İmamoğlu tutukluyken kalıcı barış olmaz sözü, hukuku savunmak değil yenilgici bir yaklaşımın ürünüdür. Kalıcı barış için mücadele İmamoğlu’nun özgürlüğü için mücadeleye de kapı aralayacaktır.
Bu yüzden işyerlerinde grev-okullarda boykot-Kürt halkına barış sloganı, bugünün en kritik tartışmalarına verilecek en kritik yanıt olacaktır.
Şenol Karakaş
* DEM Parti’li Gülistan Kılıç Koçyiğit Erdoğan’ın bir dönem daha seçilebilmesi için yapılacak anayasa değişikliğine destek iddialarını yanıtladı: “Bütün muhalefet dışında kalmış, toplumun önemli bir kesimi karşısında duruyor ama biz o anayasaya evet diyeceğiz? Bu bizim kendimizi reddetmemiz anlamına gelir Hiçbirimiz, AKP’nin istikbali için mücadele etmedik. Arkadaşlarımız AKP’nin bir dönem daha iktidarda kalması için cezaevlerine girmediler.”
1 PKK’nın 50 yıl boyunca silahla yıkamadığı Lozan’ı, silah bıraktıktan sonra yıkacağını düşünmek en şahin PKK’lının bile hayallerini süslemiyordur. https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/pkk-silah-birakirken-nasil-bolucu-oldu-1603884
Sahiden de 1924 anayasasının “Türkiye Devleti’nin dini, Dini İslâm’dır; makarrı Ankara şehridir; lisanı Türkçedir.” diyen ikinci maddesini nasıl sindirebiliyor modernist ulusalcılar, gerçekten şaşırıyor insan. Bunun yerine 1928 daha uygundur laik anlayışları için. Bu yıl yapılan bir değişklikle devletinin dininin İslam olduğu hükmü çıkartılmıştır. Aslında ne Sevr ne Lozan ne 1924. Laik modernist muhaliflerin işaret edeceği kutlu gün 10 Nisan 1928’dir!