Gürsel Tekin CHP İstanbul’a kayyım oldu. Kendisine hayırlı olsun, tarihe ‘Gürsel Tekin gibi’ geçmek diye bir olgu icat edildi. Baba evi, baba evi diye ısrarla altını çizdiği CHP’ye polis baskınıyla girdi. Tarihe kendi partisine polis zoruyla giren siyasetçi olarak geçmek de küçümsenecek bir şey değil. Konunun esasına dair tartışmadan önce tartışmanın odağını kaydıran birkaç argümana değinmek lazım.
Irkçılar
CHP önüne polis bariyerlerini bir şirket dikti. Şirketin işçileri de belli ki Afganistan’dan Türkiye’ye göç edenlerdi. Polisin bariyer dikmesi, CHP’nin önünde CHP’lilerin toplanması, partinin üyelerine sertlik yapılması, milletvekillerinin terslenmesi, Gürsel Tekin’in konuşmaları değil de bariyeri diken şirketin işçilerinin Afganistan’dan göç edenler olmasını dert edinenler düpedüz ırkçıdır.
Her zaman olduğu gibi ırkçıların asıl misyonu da mücadele edilen gerçek gücün gizlenmesini, görünmez olmasını sağlamaktır. Afganistan’dan buraya ekmek parasını kazanmak için gelen insanlar CHP üyesi değil, CHP’yi 14. Asliye mahkemesine şikayet eden CHP’lilerden de değil, rüşvet işlerine bulaşanlar da Afgan işçiler değil, CHP’ye baskıyı şubat ayından beri iç siyasetin başat öğesi haline getiren iktidarın karar alıcıları hiç değil, plastik mermi kullananlardan değil göçmen işçilermiş!
Bu yüzden ırkçıların göçmen işçilere düşmanlığı bir nefret suçudur ve mücadeleyi gerçek hedeflerinin çok uzağına yönelten bozuk bir navigasyon cihazıdır. Göçmenler hakkındaki komplolara zerre kadar bile prim vermek çok tehlikeli. O şirket değilse başka bir şirket, belki zabıta, belki taşeron belediye işçileri ya da polisin kendisi o bariyerleri dikecekti. Bariyerleri yerleştiren işçilerin etnik kökenleri bariyerlerin orada olmasının nedeni değildir.
Şu “Yetmez ama evet”çiler
Atlamamamız gereken bir diğer konu da elbette cumhuriyetin kuruluşunun da insanlığın evriminin de sorumluluğu omuzlarına yüklenilen yetmez ama evetçiler! Referandumun yapıldığı 2010 yılında doğan bir çocuk şimdilerde 15 yaşında. O vakitler yapay zeka yoktu. Yapay Zeka alanında teknoloji giderek bu şiddette keskin bir hal almamıştı. Twitter icat olalı daha dört sene geçmiş, Tik Tok’un ise icat edilmesine daha 4 sene kalmıştı. 2010 referandumundan sonra sert bir mücadele dönemi şekillenmiş, darbe girişimleri, yolsuzluk, çözüm süreci, Gezi direnişi, İstanbul Sözleşmesi, MİT krizi, Arap Baharının artçı şokları, Mısır’da Sisi darbesi, Suriye’de keskinleşen iç savaş, Rojava’da yaşananların çözüm sürecine etkisi, 2015 seçimleri, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL rejiminin ilan edilmesi… Bu uzun bir liste. Referandumdan sonra bir dizi sınıfsal gelişme yaşandı ve demokrasi alanı güçler dengesine göre bu gelişmelere bağlı olarak şekillendi. Fakat tüm bunlar arasında, iktidarın astığım astık kestiğim kestik politikalarına muhalefet cephesinde verilen destek olarak öne çıktı.
Birincisi, dönemin CHP liderliği 2016 yılında meclise milletvekili dokunulmazlığı ile alakalı anayasa değişikliği geldiğinde, “Anayasaya aykırı ama evet” diyeceğiz açıklamasını yaptı. Anayasaya aykırı olan bir hamle, Figen Yüksekdağ gibi, Selahattin Demirtaş gibi yüzde 13 oy alan bir partinin eş başkanları ve birçok vekilin hapse girmesine neden olacaktı. Buna “evet” diyenlerin, bugün yaşanan gelişmeleri 2010 yılında referandumda alınan bir politik tutuma bağlama çabaları şımarıkça sorumluluktan kaçmaktır. Şımarıkça sorumluluktan kaçarken, suçlayacak bir güç arıyorlar ve ‘lanet olası yetmez ama evetçiler olmasa o gün bu AKP denilen iktidarı adadan yolluyorduk’ diye hayıflanıyorlar.
Yalan söylüyorlar. 2010 referandumunda geçen hiçbir madde, bu referandum sonrası yaşanan gelişmelerin ve bu gelişmelere iktidar bloğunun aşırı sağcı politikalarının nedeni değildir.
Selahattin Demirtaş, bir konuşmasında, Kürt şehirlerinde ve Kürt vekillere yönelik baskının, dönüp batı illerinde yaşayanları ve Kürt olmayan muhalifleri vuracağını söylemişti. Bu açık gerçeği görmenin önündeki engel, o dönem baskının Kürtlere yönelmiş olmasıydı. İstanbul’da milyonlarca oy alan bir belediye başkanına siyasi operasyon yapılabileceği, önlerinde Diyarbakır’da milyonlarca oy alan bir belediye başkanının tutuklanması örneği olmasına rağmen akıllarına gelmediyse, bunun tek bir nedeni var, o da düpedüz bir sosyal şovenizm.
Sosyal şovenizm o günlerde HDP’nin iktidarla anlaştığı dedikodusunu yayıyordu, bugün ise yetmez ama evetçilere yönelik suçlamalardan fırsat buldukça, Dem Parti’nin CHP’ye yönelik baskıya sessiz kaldığı iddiasıyla şahlandırılıyor.
DEM Parti ilk günden beri CHP’yle dayanışıyor. Ama şovenist CHP’lilere de şu soruyu sormak bir zorunluluk: 2016’ta anayasaya aykırı olmasına rağmen evet dediğiniz için milletvekillikleri düşürülen siyasiler o gün HDP üyesiyken, bugün neden bu partinin adı DEM Parti olmak zorunda kaldı?
Bugün CHP’ye yönelen baskı çok ağır.
Belediye başkanlarının tutuklanması çok ağır bir baskı.
Kayyım ataması da iki sene önceki genel kongrenin mutlak butlan ilan edilmesi çok ağır bir durum. Ama ne önünde polis barikatı kurulan ilk parti CHP, ne içine polis zoruyla girilen ilk parti. Ne de yönetiminde olduğu siyasal noktalara kayyım atanan ilk parti.
Kayyım politikasına derhal son verilsin
İktidarın yaşadığı krizi çözmek için baskı politikaları dışında bir alan kalmadı. Baskının alternatifi, demokrasidir. Ya siyasal demokrasinin sınırları genişleyecek ya da baskı politikalarının derecesi artacak. Erdoğan için ise şu anda en gereksiz şey demokrasi. Demokrasi, yani eylem, örgütlenme ve düşünce özgürlüğünün genişlemesi iktidar bloğu için bir tehdit. Baskı politikalarına son verip demokratik bir dizi adımı atmak birkaç ay önce meydanlara taşan öfkeli kalabalıkların kendine duyduğu güveni yükseltecektir. Aşırı baskı koşullarında, gözaltına alınmayı, tutuklanmayı önemsemeyerek arka arkaya devlet yasaklamalarına rağmen sokaklara çıkan, meydanları işgal eden, polisle çatışan kitleler örgütlenme özgürlüğünün alanı genişlediğinde daha büyük bir kararlılıkla sokaklara çıkabilir.
Bu nedenle, İmamoğlu’yla zirveye çıkan baskı politikalarının artarak sürmesini bekliyorduk. Kayyım politikasının devreye girmesi ve Kılıçdaroğlu’ndan da bir baş kayyım çıkartma politikasının devreye sokulması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu politika iktidar açısından tek bir taşla birden çok hedefi vurması anlamına geliyor. Öncelikle, arka arkaya yargı operasyonları, polisiye vakalar, aslı astarı nedir bilinmeyen dedikodularla İmamoğlu hakkındaki iddianame geciktirilmekle kalmıyor. sadece “iddialarda da doğruluk payı var galiba” fikrinin iktidarın istediği ölçek ve hızda olmasa da yayılması anlamına geliyor. İmamoğlu’nun seçmenler ve halk üzerindeki algısı zedeleniyor.
Ayrıca, iktidarın bu hamlesi, CHP’yi yıpratıyor. Açık bir gerçek var, elbette yargı baskısı iktidarın siyasal hedefleri doğrultusunda işliyor ama görünürde kavga CHP’lilerle CHP’liler arasında. Kayyım CHP’li, demokratik haklarına sahip çıkan CHP’lilerin barikatını polis zoruyla yararak CHP binasına giriyor. Önceki genel kongre hakkında mutlak butlan iddiası geçerlilik kazanırsa, “çoğunlukla bir hukuki işlemin hukukun emredici kurallarına, kamu düzenine, ahlaka ve kişilik haklarına aykırılığı” sonucu doğar ve bu önceki kongrenin baştan sona geçersiz olduğu anlamına gelir. Mutlak butlan davalarında zamanaşımı olmaması 14. Asliye Mahkemesi kararıyla tüm partiler için tehlikeli bir sonuç doğurdu. Eski kongre yeni kongre eski liderlik yeni liderlik arasındaki çekişmeleri bu partiyi anketlerde AKP ile baş başa ya da önünde gösteren verilerin değişmesine birbirini yiyenlerin yarattığı güvensizlikle seçmen kitlesinde itibar kaybı yaşamasına neden olabilir.
Bir başka gerekçe ise Erdoğan’ın en büyük rakibi olarak görülen İmamoğlu’nun cezaevinden çıkmaya devam eden sesi bu kakafoni içerisinde duyulmaz olabilir.
Otoriterleşme dalgasının CHP İstanbul İl örgütüne kayyım atamasıyla beraber seviye değiştirmesinin bir neden budur. Fakat bir dizi başka neden daha var. Bu nedenleri düşününce, iktidarın otoriterleşme dalgasına hem mecbur olduğu ama aynı zamanda bu dalganın nihai sonucu değiştirmeye gücünün yetmeyeceği söylenebilir.
Hem yoksul hem öfkeli milyonlar gerçeği
CHP’ye yönelik saldırılar bu parti yıpratılana kadar ve mecalsiz kalana kadar da devam edecek gibi. Ama bu iktidarın derdine derman olmayabilir. Çünkü iktidar ilk elden sorumlusu olduğu fakirleşme konusunda toparlanma şansına, kamuoyunun önüne olumlu bir hikâye çıkartma şansına da perspektifine de sahip değil.
Hangi adımlar atılırsa atılsın yapılan anketler yargı bağımsızlığı konusunda çoğunluğun görüşünün iktidarın iddia ettiği gibi olmadığını gösteriyor. Son saldırılar sadece CHP’ye değil seçme seçilme hakkına, bağımsız siyasal faaliyet hakkına ve muhalefet yapma hakkına yönelik bir müdahaledir. Askeri darbe günlerinde siyasi kurumların önünde jandarma bekler. Şimdi yüzlerce polis bir mahkemenin atadığı kayyımı partinin seçilmiş iradesine rağmen binaya zorla sokuyor.
İnsanların algısı yoksulluğun nedenleri konusunda çok net. Emekliler arasında yapılan bir anket 45 yaş üzeri emeklilerin arasında CHP’nin yüzde 34,2 oy aldığını AKP’nin yüzde 30’un altında kaldığını gösterdi. Yoksulluğa dair sayısız veri yoksulların giderek öfkelendiğini gösteriyor. Bu büyüyen öfke 19-29 Mart’ta Saraçhane’de ve tüm şehirlerde açığa çıkan mücadelenin yaygınlığının sınıfsal temelini oluşturuyor. Ekonomik zorlukların yanında yaygın yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, yargının doğrudan bir iktidar sopasına dönüşmesi, haksız tutuklamalar, haklarında iddianame hazırlanmadan aylarca, yıllarca hapis yatan siyasi tutuklular bir öfke patlamasının nedenleri arasında. Kürt siyasi hareketinin liderlerinden ve Kürtlerin cumhurbaşkanı adayı olan Demirtaş hakkında olduğu gibi üst mahkemelerin veya AİHM’in verdiği kararlar iktidar engellenmesiyle uygulanmadı.
İktidarın LGBTİ+’ları şeytanlaştırması, rekor düzeyde iş cinayetiyle işçi sınıfına neredeyse savaş ilan edilmesi gibi sorunlar, kadın cinayetlerine karşı caydırıcı önlemler alınamaması ve katillerin zaman zaman elini kolunu sallayarak aramızda dolaşmaları öfkeyi tekrar tekrar kabartıyor ve sıcak tutuyor. Sokakta yaşayan on binlerce köpeğin katledilmesi için çıkartılan yasa, hayvan haklarını savunanları çileden çıkartırken iktidarın defalarca grev yasaklaması örgütlü işçi sınıfının tepkisine neden oldu.
İstanbul’da seçimleri açık farkla kazanan İmamoğlu’nun tutuklanması karşısında demokrasinin imha edilmesi, seçme hakkının ortadan kaldırılması ihtimallerini görerek öfkelenen milyonlarca insanın eyleminin hatıraları henüz çok taze. Bu, son saldırı dalgasının başka bir öfkeyle karşılaşmasına ve bunun acil bir erken seçim talebiyle örtüşmesine neden olabilir. Herkes otoriterleşme dalgasının siyasal sorumlusunun bir azınlık iktidarı, bir mecburlar koalisyonu olduğunun farkında. Ortada, azınlığı çoğunluk haline getirecek bir gelişme yaşanmadığı gibi, tersine, iktidarın adayının karşısına seçimlerde kim çıksa kazanabilir diyeceğimiz türden bir keskinlik birikiyor.
Mutlak butlan, mutlak mağlubiyete çözüm olamayabilir.
Bundan sonra ne olacak ve yeni çözüm sürecinin akıbeti
Bundan sonra nelerin yaşanabileceğini belirleyecek olan, mücadeledir. Saldırının toplumsal bir desteği olmadığı, CHP’yi paralize etmek ve bölmek için başlatıldığı, ama saldırının muhatabı ana muhalefet partisi olduğu için tüm demokrasinin bir ölüm kalım sınavından geçeceğini anlatmak önemli. İktidar, CHP’yi bölmeye, seçimlerde Erdoğan’ın elini güçlendirmeye çalışıyor. Bu yüzden de dava sürecinin en azından iktidarın seçimleri yeniden kazanabileceğini düşündüğü ana kadar çeşitli şekillerde süreceğini görmek lazım.
Bundan sonra ne olabileceği sorusu, CHP’ye olmadığı bir misyonu yükleyen bir tartışmayı da açıyor. CHP antikapitalist bir parti değil. AKP karşıtı öfkenin ulusalcı zemininden ve toplumsal muhalefetin ve ezilenlerin öfkesinden de besleniyor. Ama mücadelesini dayandırdığı ideolojik sınırları var. Bir toplumda siyasi eğilim neyse, MİT ve yargı gibi kurumlar dışında tüm kurumlardaki ana siyasi eğilim de aynıdır çoğu zaman. Bu nedenle, CHP milyonlarca insanı harekete geçirebilir. Özgür Özel bu hareketin klasik devletçi ve CHP’ci sınırlarının ötesine taşmasına kapıyı da aralayabilir. Ama bu CHP’nin mevcut liderliğinin cesaretinin ve politik ufkunun dışında bir durum. Başlayan eylemler, toplumdaki genel öfkeyle birleşebilir 19-29 Mart günlerinde olduğu gibi, bu sefer 5-6 milyon değil, 15-20 milyon kişi katılabilir.
Böylesi yığınsal eylemler her şeyi önüne katıp süpürebilir. CHP liderliği, 19-29 Mart’ta bu potansiyel nedeniyle mücadeleyi seçim mitinglerine çekti. Bu yüzden Bahçeli sürekli olarak sokağa çıkılmaması, çıkanın bedelini pahalıya ödeyeceği uyarılarında bulunuyor. İki öğe çok belirleyici olacak. Birisi CHP liderliğinin nereye kadar gidebileceği, politik ufkunun ve cesaretinin nerede sona ereceği. Bu konuda iyimser olmaya gerek yok. Ama aynı zamanda uzun zamandır sözünü ettiğimiz öfke bu mücadele dalgası içinde patlayabilir. O vakit karmaşık ideolojik ve politik güçlerin dahil olduğu yığınsal bir mücadele gelişir ve mücadelenin kaderi işçi hareketinin bu sürece nasıl hangi güçlerle ne ölçüde dahil olacağı tarafından belirlenir.
Bu arada çözüm sürecinin başı her an belaya girebilir. İktidardan son hamlelerin ardından çözüm beklemenin abes olduğu iddiaları muhalefet saflarında her yeri kaplıyor. ‘DEM Parti çözüm masasından kalkmalı ve CHP’nin yanına geçmeli’ argümanı öne çıkmaya başladı. Bu Kürt halkını önemsemeyen son derece kibirli bir yaklaşım. Kürtlerden batının demokrasi sorularını çözmek için kendi kaderlerini tayin etme haklarından (bu hakkı mevcut kullanma tarzlarından) feragat etmeleri isteniyor.
Neden?
Yıllardır Kürtlerin başına gelen toplumsal muhalefetin ana partisinin de başına gelmeye başladığı için. Bu kadar zulüm görmüş bir halka bu kadar tepelerden seslenmek çok tehlikeli. Kürtler, yıllardır aradıkları zemini bulmuş durumda. Sosyalistler ve demokratlara düşen, bir yandan bu zeminden, çözüm sürecinden Kürtlerin ezilenler lehine çıkmasına destek olmak ama aynı zamanda da genel demokrasi mücadelesinin aktif bir parçası olmayı başarmaktır. Hem demokrasi için CHP’yi de aşan bir mücadeleye girilebilir, ittifaklar kurulabilir hem de ‘çözüm sürecinin sahibi biziz, bu süreci biz ilerleteceğiz, biz garanti altına alacağız’ denilerek gerçekçi adımların hızla atılması talep edilebilir.
Bu, aynı zamanda ‘DEM Parti nerede’ diyen sosyal şovenistlere de bir yanıt olmalı. Mücadelenin alanı ne olursa olsun milliyetçi ve Kürtlerle arasına mesafe koymak isteyen, göçmen düşmanı fikirler bir kez daha araya sızmaya çalışacak. “Kayyım değil demokrasi-kayyım değil çözüm” bugün hem otoriterleşme dalgasına hem de Kürt sorununda barışçıl gelişmelerin ve demokratik adımların şekillenmesine yönelik en önemli slogandır.