2025 yılı: Sarkacı izlemek zorlaşırken-3

Bir yanda barış bir yanda otoriterleşme

Yıl sonu değerlendirmesinde ilk yazıda 2025 yılında iklim krizi tartışmalarına, ikinci yazıda ise kapitalizmin çoklu krizi bağlamında Gazze’de süren soykırım, İsrail’e direniş, küresel intifada ve merkezin çökmesine paralele olarak radikal uçların alternatif olarak öne çıkmasına değinmeye çalıştım. Buradan Türkiye’de yaşanan gelişmeleri tartışmaya başlayabiliriz.

Elbette Türkiye dünya kapitalizminin bu politik gelişmelerle derin bağlara sahip doğrudan bir parçasıdır ve iç politikadaki gelişmeleri de benzer bir perspektifle kavramamız bir zorunluluk.

Her şey çok hızlı yaşanıyor

Türkiye’de de sarkaç çok hızlı hareket ediyor. Bir sabah kalkıyoruz: Devlet Bahçeli, DEM Parti heyetinin elini sıkıyor. Bir sabah kalkıyoruz: 15 sene önce kurulmuş olan bir yapı, terörist ilan edildiği için, sosyalistlere yönelik gözaltılar ve soruşturmalar başlıyor. Bir sabah kalkıyoruz: Faşist partinin lideri Abdullah Öcalan’a “Kurucu lider” diyor. Bir sabah kalkıyoruz: Milyonlarca insanın oyunu alan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (ve bir dizi CHP’li belediye başkanı) tutuklanıyor. Bir sabah kalkıyoruz: Selçuk Kozağaçlı serbest bırakılıyor. Ertesi sabah kalkıyoruz: Selçuk Kozağaçlı yine tutuklanmış oluyor. Bir sabah kalkıyoruz: 11. Yargı Paketi, LGBTİ+’ları hedefleyerek gündeme geliyor. Bir sabah kalkıyoruz: Paketten LGBTİ+ düşmanı yanlar yontulmuş oluyor. Bir sabah kalkıyoruz: Mecliste Kürtçe bilinmeyen bir dil olarak tanımlanıyor ve meclis komisyonunda barış annelerinin Kürtçe konuşması engelleniyor. Bir sabah kalkıyoruz: Meclisten seçilen bir temsilciler heyeti Abdullah Öcalan’la görüşmeye gidiyor.

Gazze’de soykırımın tetikledikleri: Çözüm süreci

31 Mart seçimlerinden sonra CHP’nin de girişimiyle nispeten ılımlılaşan politik ortam, Gazze’nin İsrail tarafından işgalinin derinleşmesiyle beraber iki öğenin öne çıktığı bir zemin yarattı. Bu öğelerden birincisi, devletin, Gazze işgalinin yarattığı bölgesel dinamikler nedeniyle yeni çözüm sürecini başlatmasıdır. 

Çözüm sürecinde toplumsal muhalefete otoriter şok dalgalarıyla paralize edici bir saldırı uygulandı. Böylece iktidar, kendi dışındaki muhalefetin geniş bir cephe kurması, başka bir deyişle, yeni çözüm sürecinin yaratacağı olumlu havanın sokağa kitlesel olarak taşmasını, bu kitlesellikle yoksulluğa karşı öfkenin, çözüm sürecinin, erken seçim ihtimalinin, iktidardan kurtulma isteğinin birleşip aynı anda savunulduğu bir dalgaya dönüşmesini engellemeye çalıştı. Çözüm sürecinin başlamasıyla otoriter şok dalgalarının arka arkaya üzerimize gelmesi tesadüf değil; tam da böyle bir politikanın bir ürünü olarak görülmek zorunda.

Türkiye’yi sarsan 10 gün ve saldırıları frenleyen hareket

Diğer gelişmeyi ise şöyle ele almak gerekiyor: Türkiye’de de iktidar diğer otoriter iktidarların yaptığına benzer bir şekilde geleceği ipotek altına almış gibi davranırken, Gazze işgalinin arka planda şekillendirdiği politik reflekslere bağlı bir dizi dinamik kritik gelişme oldu. Öncelikle, İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı Saraçhane’de dev gibi bir hareket yükseldi. İktidarın saldırısında egemen sınıf açısından büyük bir kararsızlık yaratan bu dev dalga, özünde otoriter şok dalgalarına nasıl yanıt verilmesi gerektiğini de gösterdi. Bütün bu hareketin içerisinde öğrencilerin özel bir rol oynaması ve korku duvarının 19 Mart – 29 Mart arasında hızla aşılması OHAL döneminden beri baskı altında olan muhalefete büyük bir mücadele azmi aşıladı. 

O günden bugüne aşırı sağcı bir blok olarak davranan iktidar bloğu, burnundan kıl aldırmamasına rağmen, yargı alanındaki müdahaleler hariç, hemen hemen hiçbir istediğini başaramayan bir iktidar haline geldi. Ne ekonomi toparlanabilmiş durumda ne de Ortadoğu’da iddia edildiği gibi tek başına at koşturur ve bölgesel bir güç olmak konusundaki isteklerinin karşılanabildiği koşullar mevcut, ne de CHP’yi istediği gibi yıpratabilmiş, muhalefet arasına aşılmaz duvarlar örebilmiş durumda.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanmak istendiğini biliyoruz, atayamadılar. Buna benzeyen, iktidarın istediği ama hayata geçirmediği sayısız örnekle karşı karşıyayız. Kaldı ki çözüm sürecinin temposu, gidişatı ve buradan beklentiler konusunda Bahçeli ve iktidar bloğunun AKP kanadı arasında çok büyük farklılıklar olmasa da zaman zaman çok net ayrımlarla karşı karşıya kalıyoruz. Bu büyük hareketler (2.2 milyonluk miting, 15 milyondan fazla insanın İmamoğlu’nun lehine dayanışma oyu vermesi, 1,5 milyon kişinin Saraçhane’de sokağa çıkması, 6 milyondan fazla insanın tüm Türkiye’de eylemlere katılması, 25 milyon kişinin İmamoğlu için imza vermesi) sanki böyle şeyler hiç yaşanmamış gibi davranamayacağımızın göstergeleri aynı zamanda. Yakın tarihin en büyük eylem silsilesinin içinden geçtik, iktidar bloğu, bu büyük eylem dalgası karşısında çok net bir şekilde paralize oldu. O zamandan beri yargıyı kullanarak ana muhalefet üzerinde baskı arttırmanın dışında herhangi bir politik parlaklık sergileyemediğini söylemek mümkün.

Ağır yargı saldırılarına rağmen İmamoğlu ve Yavaş seçim anketlerinde ya Erdoğan’ın önünde görünüyor. Ya da Erdoğan arzulanan farkı atamamış görünüyor. CHP, AKP’nin ya önünde görünüyor ya da kıran kırana bir yarış içinde. Gözaltılara, binlerce sayfalık iddiananmelere rağmen İmamoğlu’ndan bir rakip olarak kurtulma isteği ve yargılamaların siyasi amacı, rüşvet ve yolsuzluk gerekçesinden daha öne çıkıyor,  kamuoyunun dikkatinde iktidarın rakibinden kurtulmak isteğinin yargısal adımları olduğuna, davaların politika olduğuna ilişkin genel bir kamuoyu algısı şekilleniyor.

CHP dinamikleşip konsolide olurken

İktidarın her şeye kadir olmadığını kavramak mücadelenin sahip olduğu potansiyelleri görebilmek açısından çok önemli. Bütün devlet mekanizmalarıyla örgütlenen ana muhalefete yönelik saldırılar, iktidarın siyasi olarak getirisini göremediği; tersine milyonlarca insanda soru işaretlerinin oluştuğu bir sonuç yaratıyor. Üstelik bütün bu baskılar, direnmekten başka çaresi kalmayan CHP’yi birleştiriyor. Özgür Özel’den bir kitle lideri çıkmasını sağlıyor, 70’ten fazla mitingle büyük bir hareketlilik içerisine girmesine neden oluyor ve önümüzdeki herhangi bir seçim sürecini çok daha aktif, ayakta ve diri milyonlarca CHP’li karşılayacak. AKP’nin ise ölgün, ne yapacağını bilemeyen, hikayesi kalmamış, sırtını devlete yaslamaktan başka bir vasfı olmayan bir durumu var. Kadrolarıyla kıyaslandığında, ana muhalefete yönelik bu saldırıların AKP’nin murat ettiği sonuçları yaratmadığını söylememiz mümkün. Türkiye siyasetinin çoklu krizleri, kapitalizmin çoklu krizlerine eşlik ediyor.

Azınlık iktidarı gerilerken

Hem seçimlerde oy tabanı son altı yedi yılda yüzde 50’lerden yüzde 30’lara gerilemiş bir iktidar partisi var, hem bir anlatısı (yeni çözüm sürecini saymazsak), bir hedefi olmayan hem de ekonomiyi idare etmekte oldukça zorlanan bir iktidar bloğu var. Öte yandan da sık sık birbiriyle çelişen, birbirini uyaran bir iktidar bloğuyla karşı karşıyayız. Yargının bir iktidar aparatı gibi davrandığına dair algıyı güçlendiren yargı alanındaki kriz ve güvensizlik ayrıca geri kalan tüm alanlarda iktidar açısından göründüğünün tam aksine zayıflık yaratıyor. Yasakların nefes almayı zorlaştırdığı her yerde, yasaklara direnişler başka bir krizi yaratıyor. Baskıya karşı mücadele, bütün o baskı unsurlarının iktidarın elinde kriz alanları haline gelmesine neden oluyor. Bu durum, muhalefette yer alan milyonlarca insanda büyük bir öfke biriktiriyor. Tanık olduğumuz sadece zenginle yoksul arasındaki farkın korkunç derecede açılması değil; bu farka rağmen iktidarın hala yoksuldan alıp zengine aktarması, kaynakların zenginliğin hizmetine sunulması. Mevcut öfke böylece daha da derinleşiyor.

Bölgesel güç olma çabası ilaç olamaz

Bütün anketler, AKP’nin ya da iktidar bloğunun muhalefetten önde olduğu tek alanın dış politika olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın muhtemel adayları geçebildiği tek yer, dış politikad. Ancak bu performansın, önemli ölçüde illüzyonlarla güçlendirildiği çok açık. ABD’de Trump gibi bir adamın övgülerine mazhar olmak, Türkiye’nin dış politikada bağımsız, dediğim dedik bir çizgi içerisinde olmadığını; tersine, böyle bir çizgi içerisindeymiş gibi büyük bir algıyla hem NATO’nun parçası olarak hem de ABD’nin şemsiyesi altında bir sürecin parçası olduğunu gösteriyor. Filistin’de yaşanan gelişmeler ve Türkiye’nin tutumu bu konuda çok açıklayıcı. İktidar Filistin’le ilgili en sert konuşmaları ve açıklamaları yapan, uluslararası alanda da İsrail’e karşı en öfkeli beyanlarda bulunan bir pozisyona sahip ama fiili durumun böyle olmadığını gösteren bir dizi gelişme yaşanıyor. Bunlardan birisi, İsrail ile ticaretin sürüyor olması. Bu konuda hiçbir şekilde şeffaf verilere ulaşamıyoruz ama bağımsız kaynakların gösterdikleri ticaretin yoğun bir şekilde sürdüğü. En azından, Azerbaycan petrolünün İsrail’e Türkiye üzerinden taşındığından eminiz. 

Ama daha da önemlisi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Trump’ın planını kabul etmesi, Türkiye’nin de bu planı onaylamasıdır. Müslüman ülkeler toplantısında Türkiye ve Mısır’ın başını çektiği anlaşmanın aslında bir Trump anlaşması olarak lanse edilmesi de resmi ve iddialı dış politika vurgularının önemli ölçüde illüzyon olduğunu gösteriyor. Daha da dramatik olanı ise, iktidarın bütün bu yüksek perdeden politik eleştirilerine rağmen, Filistin’de direniş örgütlerinin itiraz ettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının hem savunucusu hem de uygulayıcısı pozisyonuna gelme yoluna girmiş olmasıdır. Bu durum, dış politikada bağımsız çizginin bir iddia olduğu, gerçekte ise Türkiye’nin Batı bloğunun aktif bir parçası olarak iş yaptığı anlamına geliyor. Elbette Türkiye bölgesel güç olmak için hırslı çabalar içerisinde. ABD’nin bir dediğini iki etmiyor diyebileceğimiz bir ilişkinin hâkim olduğunu söylemek de doğru olmaz. 

Bölgesel güçlerle emperyalistler arasındaki ilişkiler

Bölgesel güçlerin (alt emperyalist ülkeler) davranış tarzları emperyalizmin bir dediğini iki etmeyen ülkeler olmadıklarını ortaya seriyor. Zaman zaman daha büyük emperyalist güçlerin çizdikleri sınırların ötesine çıkma cüretini gösteren bu ülkelere, dünya hegemonyası için sayısız gerilim ve mücadelenin içerisinde olan büyük emperyalist ülkelerin kaçınılmaz bir şekilde göz ardı ettiği, görmezden geldiği alanlarda, nispeten dev emperyalist güçlerin aslında çok istemeyeceği hamlelerde bulunmaları için bir fırsat kapısı aralanmış olur. 10-15 sene önce Türkiye’nin yapacağı düşünülemeyecek olan bir dizi hamlenin bugün düşünülebiliyor olmasının temel nedeni, ABD’nin küresel hegemonya mücadelesinde yaşadığı gerilimler, açıkça gerielemesi ve Çin’le daha büyük bir kapışmaya yönelik yoğunlaşma içerisinde olmasıdır. Dolayısıyla sadece Türkiye değil, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkeler de bağımlılık ilişkisi içinde kısmi özerk davranışlar sergileyebilmektedir. 

Hindistan, Pakistan gibi güçler, hatta Avrupa Birliği içindeki bir dizi ülke de ABD’nin gerileyen ekonomik gücünün, ABD’nin emperyalist hegemonik pozisyonunda da bir gerilemeyi beraberinde getirmesi eğilimiyle başlarını kaldırabiliyorlar. Bölgesel bir güç olarak ve Türk sermayesinin çıkarları doğrultusunda Türkiye, Libya’dan Dağlık Karabağ’a, Suriye’den Somali’ye kadar çevredeki birçok ülkeye müdahale etmeye çalışıyor. Buna silahlanmanın artması da eşlik ediyor. Türkiye, savaş dronları fırlatabilen bir uçak gemisi üretti ve ülkenin silah ihracatının 2025 yılına kadar 8 milyar doları aşması bekleniyor. Bu, Türkiye’yi dünya çapında 11. en büyük silah ihracatçısı yapıyor. Erdoğan’ın dış politikada nispeten daha bağımsız davranabilmesinin temel nedeni budur. Örneğin Suriye’de olduğu gibi: Suriye’de yaşanan gelişmeler; Suriye’de Esad’ın devrilmesinin ardından, Türkiye’de iktidarın HTŞ ile arasındaki sıkı fıkı ilişkilerin düzeyi ortadadır. Türkiye bu ilişkileri ABD’den bağımsız bir şekilde inşa ediyor, ama bir yandan da ABD’nin Ortadoğu’ya dair kendi politikaları açısından Türkiye’nin bu müdahaleleri büyük bir problem teşkil etmiyor ve ABD emperyalizminin jeostratejik hedefleri açısından esasta bir değişiklik yaratmıyor. O yüzden Trump, “Suriye’de Türkiye’nin durumu önemlidir,” diyebiliyor.

Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele ve asıl olarak Çin’le meselesini halletmek açısından bölgesel güçlerle arasındaki sorunların daha geri plana itilmesi ABD açısından kabul edilebilir hamleler. IŞİD’e karşı mücadeleyi Suriye’deki yeni rejimin üstlenmesi, ABD’nin önceki dönem IŞİD’le mücadele eden Kürtleri (SDG’nin) Suriye rejimiyle kısmi de olsa entegre olması yönünde teşvik etmesine neden oluyor. ABD bir yandan kendi çıkarlarını savunurken, Türkiye’nin çıkarlarının da iktidar açısından savunulabileceği bir zemin oluşmuş oluyor. Çözüm süreci tam böyle bir dinamiğe bağlı olarak şekillendi. 

Bu bölgesel güç olma isteğiyle Türkiye’nin ekonomik gücü arasındaki mesafe; Türkiye’de yoksulluğun derinliğiyle Türkiye’nin birçok başka ülkede askeri varlığının kalıcı hale gelmesi arasındaki mesafe, Türkiye’nin bölgesel güç olma eğiliminin sınırlarını da gösteriyor.

Büyük bloklar ve güçler arasındaki küresel hegemonya mücadelesindeki çatlaklar, ABD’nin gerilemiş olması, doğudaki emperyalist bloğun meydan okuyabilecek özgüveni kendisinde görüyor olması, birçok bölgesel güç olmak isteyen ülkenin hareket alanını genişletiyor. 

Çözüm sürecinin dinamikleri

Çözüm süreci bu çelişkili durumu göstermesi açısından yakından bakılması gereken bir alan. Bir yandan, iktidarın, iktidar bloğunun ve devletin (AKP, MHP ve devletin daha geleneksel kesimlerinin) İsrail’in Gazze’yi kanlı bir şekilde işgal etmesinden sonra Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri ne kadar büyük bir kaygıyla ele aldığını göstermesi açısından, dış politikanın şaşaalı, destansı bir durumda olmadığını işaret ediyor. Çözüm süreci, 1 Ekim 2024’ten beri altını çizdiğimiz gibi, iç politikanın ihtiyaçlarından değil; Kürtlerin durumu, Trump’ın dünyanın en büyük askeri politik gücünün başında olduğu, İsrail’in Gazze’de yıkım gerçekleştirdiği, 21. yüzyılın ilk soykırımının yaşandığı, İsrail’in ayrıca altı ülkeyi daha bombaladığı, Suriye’de rejimin değişme ihtimallerinin belirlendiği koşulların dayatmasıyla gündeme geldi. 

Kürtlerin bağımsız bir güç olarak ABD-İsrail ekseninde bir şekillenmeye gitmesinin hem bölgede hem de Türkiye’de yaratacağı istikrarsızlığa karşı bir tedbir olarak görmeliyiz çözüm sürecini. Hem Abdullah Öcalan’ın hızla devreye girmesi hem de Türkiye’nin bu “beka analizi”, Kürt hareketiyle iktidarın ve devletin bir diyalog zemini kurmasına neden oldu. O yüzden, bir önceki dönem uzun yıllar boyunca, 2015 seçimlerinden önce ve sonra HDP’yi flu gördüklerini ilan edip hedef göstererek, HDP’ye yönelik baskının kapılarını açan, HDP’nin kapatılması için özel çaba gösteren Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), çözüm sürecinin neredeyse lokomotif partisi olarak davranmaya başladı. Çözüm sürecinin iktidar açısından ikili bir anlamı var: Bir yandan, iktidar bu sarsıntıların milyonlarca Kürt’ün yaşadığı Türkiye’de de sarsıntılara yol açmasının önünü en baştan almak istiyor.

Krizi fırsata çevirme iştahı

İktidar bloğu bir yandan da bunu bir fırsata çevirip, bölgesel güç olmak açısından bu gelişmeleri çözüm süreciyle beraber kendi lehine nasıl kullanabileceğinin de planlarını yapıyor. Çözüm süreci, iki ayrı yöne giden Kürt hareketiyle iktidar bloğunun bir yerde çarpışması, bu çarpışmadan bir diyalog zemininin oluşması ve kendi ajandalarını karşısındakiyle müzakere edebileceği bir alanın açılması olarak görülmesi gereken bir siyasal zemindir. Dolayısıyla bir yıldan uzun bir süredir mücadelenin silahsız bir şekilde müzakere masasında sürdüğü yeni bir durumla karşı karşıyayız. 

Yeni çözüm sürecini, bir oyun, iktidarın oyalama taktiği, Kürtleri yeni anayasa için yedekleme hamlesi ya da Erdoğan’ın sonsuza kadar sürecek cumhurbaşkanlığı için gerekli yasal düzenlemeyi yapacak meclis çoğunluğunu sağlama aparatı olarak ele alanlara karşı, biz en baştan beri iktidarın ve devletin sahici bir bölgesel tehdit analizine tepki ve tedbir olarak bu sürecin başlatıldığını savunduk. Kürt hareketinin de son 10 yıldır silahsız mücadeleye yaptığı vurgunun, Abdullah Öcalan nezdinde daha stratejik, daha teorik bir evreye ulaşarak, silahlı mücadelenin feshi tartışmasının yapıldığı ve aslında tamamlandığı bir koşula ulaşmış durumdayız. Müzakere süreci fesih ilanıyla beraber çok daha ciddi bir seviyeye sıçradı ve ciddiye alınması gereken bir dizi kritik gelişme yaşandı. Bunu en son, Meclis’te oluşturulan çözüm komisyonunun içinden bir heyetin Abdullah Öcalan’la İmralı’da görüşmesiyle gördük. Şimdi süreç çok daha ciddi bir boyuta evrildi. Son olarak Suriye’deki silahlı Kürt güçlerin Suriye ordusu ile entegrasyonu konusunda yaşanan tartışma ve ilerlemeler artık kritik bir aşamada olduğumuzu gösteriyor. 

2025 yılı, batıda solun Kürtleri çözüm masasında hemen hemen yalnız başına bıraktığı ve çözüm sürecine destek olmakla otoriterleşmeye karşı direnmek arasındaki bağlantıyı inşa etmek için güç harcayacağına Öcalan’ın tezlerinin ne kadar Marksizm’den uzak olduğunu kanıtlamaya ömrünü hasrettiğine tanık olduğumuz bir yıl oldu.

Seriyi sonraki yazıda 2025’te eksik kalan antikapitalist alternatifin inşasına dair bir tartışmayla bitireceğim.

son yazıları

2025 yılı: Sarkacı izlemek zorlaşırken-2
2025 yılı: Sarkacı izlemek zorlaşırken-1
Barışı kazanmak zorundayız

ilginizi çekebilir

2D9A9568-2-1024x683
2025 kültür-sanat alanından akılda kalanlar
296414
2025 yılı: Sarkacı izlemek zorlaşırken-2
f3f3c3a0-8370-11f0-8c8b-4b4381488cac
Tutanakların analizi ve Komisyon Raporu