Search
Close this search box.

15 Nisan 1980: Fransız varoluşçu filozof, yazar ve eleştirmen Jean-Paul Sartre öldü

Marksizmin esas itibarıyla varoluşçu bir mantıkla değerlendirilmesini savunan filozof. Sartre, Descartes ve Locke döneminin, Kant ve Hegel döneminin, son olarak bir Marx döneminin var olduğunu, bu isimlerin hepsinin bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ettiğini öne sürer. Tarihsel bir perspektif olarak ise ancak Marx önerilebilir. “Hiç olmazsa zamanımız için” der Sartre, “marksizm aşılamazdır”.

Jean-Paul Sartre, 21 Ocak 1905 tarihinde Paris’te, bir deniz subayının oğlu olarak dünyaya geldi. On beş aylıkken babası bir bağırsak hastalığı sonucu öldü ve – Albert Schweitzer’in (1875-1965) kuzinlerinden biri olan – annesi Anne-Marie, ebeveynlerinin yanına döndü. 1916’da La Rochelle’deki tersanelerin müdürlerinden biriyle evlendi. Jean-Paul Sartre liseye orada başladı, ancak bir yıl sonra üvey babası onu Paris’in iyi okullarından birine gönderdi. Sartre liseyi orada bitirdi ve felsefe okumaya başladı.

1928’de yeterlilik sınavından başarılı olamayınca, tekrar sınava hazırlanmaya başladı.

Çekici bir dış görünüme sahip olmamasına rağmen, kadınlarla çok sayıda ilişki yaşadı. O ve kendisinden üç yaş küçük okul arkadaşı Simone de Beauvoir, yeterlilik sınavından en yüksek notu aldılar. Çok uzun tartışmalardan sonra profesörler ilk sırayı Jean-Paul Sartre’a, ikinci sırayı ise Simone de Beauvoir’a verdiler. Bu başarıdan sonra Sartre ve Beauvoir hemen her gün Jardin Luxembourg’da buluşarak aralarındaki ilişki, yapmak istedikleri, yaşamları, şu anda nerede durdukları konusunda konuşmaya başladılar. Sonunda aralarında bir anlaşma yaptılar: Monogamiyi reddediyorlardı, başka insanlarla erotik ilişkilerde bulunmaktan yoksun kalmaya niyetleri yoktu, ancak sahip oldukları bu cinsel özgürlüğü iki yıldan önce kullanmayacak, bu süre zarfında aynı çatı altında yaşamadan, mümkün olduğu kadar yakın bir ilişkiye sahip olacaklardı. Ayrıca birbirlerine asla yalan söylemeyecekleri ve birbirlerinden asla bir şey gizlemeyecekleri konusunda da birbirlerine söz verdiler.

Aralarındaki yakın ilişkiye rağmen Jean-Paul Sarte ve Simone de Beauvoir, hayatları boyunca birbirlerine “siz” diye hitap ettiler ve hiçbir zaman beraber yaşamadılar.

Askerlikten sonra Fransa Kültür Bakanlığı, 1931 yılında Jean-Paul Sarte’ı Le Havre’daki bir liseye felsefe öğretmeni olarak atadı, Simone de Beauvoir ise öğretmenliğe Marsilya’da başladı ve Ekim 1932’de Rouen’e, yani Sartre’ın yakınına geldi. Beauvoir 1936’eda Paris-Passy’e tayin olduğunda, Sartre onun yakınında kalabilmek için terfi imkanından bile vazgeçti.

Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ile dışlayıcı bir ilişki içinde olmak istemiyordu, aksine, öğrenci Olga Kosakiewicz, onun iki yaş küçük kardeşi Wanda ve Olga’nın sevgilisi Jacques-Laurent Bost’u “ailesi” olarak görüyordu. Olga’dan sonra Wanda’yla da birlikte olduğu söyleniyordu. Ancak çok sayıdaki, sevgilisine rağmen Jean-Paul Sartre tutkulu bir aşık değildi. Simone de Beauvoirs ile Jean-Paul Sartre arasındaki ilişkide cinsellik önemli bir rol oynamıyordu, ancak Sartre’ın bu hayat arkadaşı gösterdiği yakınlıkla, içtenlikle, samimi sorularıyla onun fikirlerini olgunlaştırmasına, çelişkileri ortaya çıkarmasına yardımcı olan öz benliğiydi. (Ancak Jean-Paul Sartre başından savmak istediği sevgililerinden kurtulmakta kullanmak suretiyle onu sömürmüyor da değildi.)

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Jean-Paul Sartre orduya yazıldı ve Elsas yakınlarında konuşlanmış olan bir topçu birliğine gönderildi. Mart 1941’de – Almanların Fransa’yı işgal etmelerinden sonra – Paris’e geri döndü ve amatör bir direniş grubu kurmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.

Jean-Paul Sartre Ocak 1945’te beş Fransız gazeteciyle birlikte New York’a gitti. İki ay boyunca ABD’yi incelemeleri için onları oraya ABD dışişleri bakanlığı çağırmıştı. Diğer gazeteciler iki ay boyunca çeşitli eyaletleri gezip, raporlarını yazmak üzere geri döndüklerinde, Sartre onların arasında değildi. Savaşın başında Amerika’ya gelmiş ve orada zengin bir hekimle evlenmiş olan Fransız aktris Dolores Vanetti Ehrenreich ile tanışmış ve dört ay boyunca New York’ta kalmayı tercih etmişti.

Jean-Paul Sartre aynı yılın Aralık ayında üç aylık bir süre için tekrar New York’a uçtu ve Simone de Beauvoir’a bundan böyle yılın birkaç ayını Dolores’in yanında geçireceğini bildirdi.

Sartre’ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıydı. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecekti. İnsanın içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak yaptığı tercihler, onun kim ve ne olacağını belirliyordu. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıydı. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildi, daha çok o özünü kendi yaptıklarıyla gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktı. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtu. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekilendirildiği, ama bununda siyaseti reddetmeyen bir etik olduğu görülüyordu. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştu, burada belirli bağımlılıkları vardı ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundaydı. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesiydi. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen, iyimser bir felsefe olarak değerlendiriyordu. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kuruluyordu. Sartre, insan kendi özgürlüğüne mahkûm edildiğini söylüyordu. Kendi kararları ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundaydı.

Bu “tehlikeli şüpheciliğin” yayılmasının önüne geçmek için Jean-Paul Sartre’ın eserleri 1948 yılında Papalık tarafından yasak kitaplar listesine alındı, ancak varoluşçuluk savaştan sonra milyonlarca insan tarafından ilgiyle incelendi. Ancak pek çok insan varoluşçuluğu bireysel özgürlüğe indirgedi ve gerçek varoluşçu felsefeyi geleneklere uymayan bir yaşam tarzı ve rahat kıyafetlerle dolaşma olarak kavradı. Başta bir süre direnmelerine karşın Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, bu hareketin idolü olarak görülmeyi bir süre sonra kabul ettiler ve Saint-Germain-des-Prés kahvelerinde otururken meraklıların onları seyretmelerine ses çıkarmadılar.

Artık dünyaca tanınan bu iki yazar, çok sayıda ülkeyi kapsayan seyahatlere çıkıyor, eserlerini ve görüşlerini tanıtıyorlardı. On sekiz yaşında, güzel ve son derece zeki bir öğrenci olan Arlette Elkaim’in 1956 yazında kitapları hakkında sorular sormak için Jean-Paul Sartre’ı ziyaret etti. Çok kısa bir süre sonra Arlette de aileye katılmıştı. Sartre, Arlette’in evinde giderek daha fazla vakit geçiriyordu, ancak onun bu gibi davranışlarına alışmış olan Simone de Beauvoir buna fazla aldırış etmedi. Ancak bir süre sonra Sartre’ın Arlette’yi evlat edinmek istediğini anlayınca çok şaşırdı. Sartre, bu davranışının sebebini, hem Kuzey Afrikalı bu Yahudi kızının Fransız vatandaşlığına sahip olmasını istemesi, hem de genç ve zeki bir kişiye edebi mirasını emanet etmek istemesiyle açıklıyordu.

Sartre, 1956 yılında kendisine layık görülen Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetti. Bu davranışını, eserlerini Jean-Paul Sartre ya da Jean-Paul Sartre, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olarak imzalamanın, kendisi açısından önem taşımamasıyla açıklıyordu.

Jean-Paul Sartre bol bol yemek yiyor, tatlıyı çok seviyor, viski ve kırmızı şarabı su niyetine içiyor, dönüşümlü olarak barbiturate ve amfetamin alıyordu. Bundan ötürü 66 yaşında iki defa beyin kanaması geçirmesine kimse şaşırmamıştı. Sağ gözü çocukluğundan bu yana neredeyse kördü ve 1973’de sol gözü de görme yeteneğini büyük ölçüde kaybetti. Artık sadece büyük basılmış metinleri büyüteç yardımıyla okuyabiliyordu.

Simone de Beauvoir, 19 Mart 1980 tarihinde onu yatağının kenarında oturur vaziyette, nefes almaya çalışırken buldu. Hastanede doktorlar Sartre’a ciğerlerde ödem, siroz ve beyine yetersiz kan akışı teşhisi koydular. Birkaç hafta sonra, 15 Nisan 1980’de Jean-Paul Sartre hayata gözlerini yumdu.

Jean-Paul Sartre’ın Eserleri:

Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say Yayınları.
Altona Mahpusları, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Diyalektik Aklın Eleştirisi
Edebiyat Nedir?, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Sözcükler, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Yazınsal Denemeler, Payel Yayınları.
Bulantı, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları.
İmgelem, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Baudelaire, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Ego’nun Aşkınlığı, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları.
İş işten Geçti, çeviren: Zübeyir Bensen, Varlık Yayınları.
Varlık ve Hiçlik
Duvar, çeviren: Eray Canberk, Can Yayınları.
Çark, çeviren: Ela Güntekin, Telos Yayıncılık.
Akıl Çağı (Özgürlük Yolları 1), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Yaşanmayan Zaman (Özgürlük Yolları 2), çeviren: Gülseren Devrim.
Tükeniş (Özgürlük Yolları 3) (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Toplu Oyunlar, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir), çeviren: Süheyla Kaya, Belge Yayınları.
Tuhaf Savaşın Güncesi, çeviren: Z. Zühre İlkgelen, İthaki Yayınları.
Yöntem Araştırmaları, Kabalcı Yayınevi.
Aydınlar Üzerine, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları.
Yahudi Sorunu, çeviren: Serap Yeşiltuna, İleri Yayınları.
Estetik Üstüne Denemeler, çeviren: Mehmet Yılmaz, Doruk Yayınları.

JEAN PAUL SARTRE’DA “ÖZ” VE “VAROLUŞ” PROBLEMİ

Varoluşçuluk felsefesinde, insan varoluşunun anlamı; insanın kendisini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun güvensizliği söz konusudur. Bir tepki olarak doğan varoluşçu felsefede, güçsüzlüğü ve hiçliği içerisinde insanın zaman içinde ve tarihselliği içinde ölüme mahkum bir varlık olarak varoluşu; toplum içinde kaybolmuş insanın kendini araması, doğruluğu ve ahlaklılığı kendi varoluşu içerisinde araması vb. problemler söz konusudur Bu felsefe, sınırsız sübjektiflik ve bireysellik getirmiştir. Varoluş felsefesi, bireyin kitle toplumu içerisinde ezildiğini ve bunaldığını ifade etmiştir. Bu manada varoluş felsefesi bir bunalım felsefesidir Varoluşçu düşüncede, özcü felsefeye zıt olarak varoluş, özden önce gelir. Varoluşçuluk genel olarak varlıktan hareket etmez. Eğer böyle yaparsa mücerret ve genel kavramlara bağlanıp özleri (esence) araştırmış olurdu. Kierkegaard, Descartes’in meşhur “düşünüyorum, o halde varım” önermesine itiraz ediyor. Ona göre varlığı düşünceden çıkarmak tezada düşmektir. Zira düşünce kendi varlığını realiteden alıyor. Sonra da realiteyi düşünürken, yine bizzat realiteyi ortadan kaldırıyor ve onu realite olmaktan çıkararak imkan haline koyuyor.

Jean Paul Sartre, felsefeyle edebiyat sınırında, bu alanlarla ilgili bir çok eser vermiş olan ve Fransız geleneğine mensup varoluşçu bir filozoftur. Sartre; kendisinden önceki filozofları, Descartes’ı, Diderot’yu, Voltaire’i hatta Kant’ı, insan doğasını kabul ettikleri için eleştirir ve ateist varoluşçu bir sistem ortaya koyar. Sartre’ın yazıları başlangıcından beri yaşantıların damgasını taşır. (Kaufmann, 1997:44) Sartre’a göre, yalnız insanda varoluş özden evvel gelir. (Sartre, 2005:37) İnsan için önceden tasarlanmış hiçbir tasarım yoktur. Sartre nesnelerin varoluşu ile insanın varoluşu arasına bir çizgi çeker. Sartre’a göre bir nesne sözgelimi bir kitap veya kağıdı kesmesi için tasarlanan bir makas, zanaatçı tarafından tasarlanmıştır. Zanaatçı onu yaparken bir yandan makas kavramına, öbür yandan da bu kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur. Neye yarayacağını bilmeden makas nesnesi, bir kimse tarafından tasarlanmaz. Sartre’a göre nesne için önce öz, sonra varoluş vardır; fakat insan denilince iş değişiyor. İnsan, varoluşunu hiçbir öze bağlanmadan kendisini var ediyor. Sartre, bu dünyada insan için belirlenmişliği reddediyordu.

Sartre’a göre bir nesnenin özü, işlevi, biçimi, işleyişi anlamlarından önce belirlenmiştir. Bu belirlenmişlik, “kendinde varlık” kapsamındaki tüm varolanlar için geçerliydi. Oysa insan, “kendisi için varlık” kapsamına dahil edilebilecek tek varlıktı. Yani önce varoluş, ardından özü yaratma geliyordu. Özün olmamasının bir sonucu olarak varoluşumuzun gerçek anlamda olumsal (mümkün) olduğuydu. Burada Sartre şöyle bir akıl yürütme öne sürüyor: Bir öze ya da bir amaca yönelik yaratılmadıysak, kendimize ait bir varoluşumuzun olduğu açıktır ve olumsaldır. İnsan bu olumsallıkla yüzleşebilir ve özünü oluşturmaya yönelik adımlar atabilirdi. İşte bu sebeple insanın kendi özünü oluşturmaya yönelik adımlar atması aynı zamanda insanı eyleme teşvik eder. İnsan varoluşta kendini yeniden ve sürekli var ettiği için “hiç tamamlanmamış” kalacaktır. Yani insan yaptıklarının değil, yapacaklarının toplamıdır. Böylece insanın, işte özümü oluşturdum, diyeceği hiçbir nihai noktası yoktur. Sartre, herkes kendi varoluşunu kendisi var eder, önermesiyle bir öze atıfta bulunmaktadır. Burada ciddi bir problem belirmektedir: Çünkü, “herkes kendi varoluşunu kendi var eder” önermesi, başlı başına bir ÖZ’ ün yeniden inşasıdır. Daha sonra Sartre, bu varoluş tasarısını da özgürlük kavramıyla bağdaştırmaya çalışmaktadır. Sorun (soru) şudur: Gerçekten hiçbir öze dayanmadan insan varlığının özgür olabilmesi mümkün müdür? ÖZ olmaksızın NE’ yin GÜR’ lüğünden söz etmektedir Sartre? Sartre’a göre sadece SEÇİM özgürlükse eğer, bu seçim neye göre olacaktır? Bu durumda diyebiliriz ki, varoluşun bizzat kendisini özgürlük olarak telakki etmek dahi, bir ÖZ’ ün var olduğunun ön kabulüdür. Yani bir özgürlük sorunsalından söz etmek, bir özün peşinen var olduğunu haykırmaktan başka bir anlam ifade etmez.

Her beyan, bir dil göstergesiyle hayat bulur. Dil; bir önermenin varlığının, özünün, anlamının tamamıdır. “Herkes kendi var oluşunu kendisi var eder” önermesi için de geçerlidir bu. Bir dil göstergesi ise tek başına bir kavrayışın ürünüdür. Yani bir kavram dil göstergesi olduğu an, öz ve var, var olur. Aynı zamanda bu varlık da bir öz yaratabilir. Yani bir dil göstergesi (varlığı) bizi bir öze götürebilir. Ama bizi bir özü keşfetmeye götüren varlık nasıl var olmuştur? Bunu düşünmeliyiz. Bu varlık, bizim (Sartre’ in) zihnimizdeki bir özün kağıt üzerinde gösterilmesinden ya da bir söz olarak seslendirilmesinden başka bir şey değildir elbet. Değilse, Sartre’ın varlık ve öz parametresine bir mim koyabiliriz.

“Öz, varoluştan önce gelir” önermesi ile “öz, varoluştan sonra gelir” önermesi, problemi çözmek açısından nötr ifadelerdir.”Öz, varoluştan önce vardır” savı, özellikle insan için söylendiğinde, determine edilmiş, yasaları önceden doğa veya toplum tarafından belirlenmiş bir durumu ifade eder. Bu bağlamda, insan iradesinin kavranabilir fonksiyonu ilga edilmiş olur. Öte yandan, evrensel olanı tekil olana indirgemek ve tekili de evrensel bilginin formlarıyla şekillendirme ve izah etme problemi ortaya çıkar. Çünkü tekil olanı açıkladığı varsayılan evrensel bilgi, hem bu tekili hem de şu tekili hiçbir ayırım gözetmeksizin aynı parametreleri kullanarak açıklar. Bu genel bilgi, toplumsal verasetin bireysel yaşantıda oluşturduğu iradi seçim ve oluşumları, gelecek için tasarımlanmış bireyin yaşamlarını hiç dikkate almaz. Sartre, evrensellik ve tekillik çıkmazında bireyi, toplumsal varlık koşulları içinde anlamaya yönelmiştir. (Güneş, 2005:26)

Ortaçağ’da özün belirleyicisi Tanrı adına kiliseydi. Kilise, her şeyin özünü oluşturan varlık olarak insana kendini varlık olarak ortaya koyacak bir alan bırakmıyordu. Toplumsal, siyasal, ekonomik, bilimsel, etik ve tarihsel her şey bir şekilde Tanrı’daki öze bağlanmak zorundaydı. Tanrı’yı yeryüzünde temsil eden kilise ve figüranları, Tanrı adına özleri belirliyor; bu öze uymayan bireyi de yargılıyordu. Ortaçağ’ın insan özgürlüğüne ve varoluşuna hücumu bu özler vasıtasıyla yapıldı. Descartes ve Bacon bu anlayışa karşı çıkarak kesin bilgiyi ve özü Tanrı’nın dışında aramaya koyuldular. Descartes, matematikten hareket ederek tümdengelim metoduna dayalı bir sistem ortaya koydu. Bacon, tümevarım metoduna dayanarak yeni bilim anlayışının ve bilimler tasnifinin doğuşuna önayak oldu. Böylece doğa bilimlerinden başlayarak insan bilimlerine doğru bir determinasyon süreci başladı. Sonuçta insanın özü, bilimler tarafından yeniden şekillendirildi. Bir put haline getirilen bilimsel gerçeklik yasaları, toplum ve toplumcu gerçeklik adına yepyeni bir hegemonya yaratarak, bireyi jakoben şablonların oyuncağı haline getirdi. Toplum içinde bireyin özgünlüğü ve özgürlüğü kısıtlandı. Sartre, topluma feda edilen insanın hürriyetini bulmak için Tanrı’nın ve toplumun reddini öne sürdü. Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu” sözü, Sartre için varoluşçuluğun çıkış noktası olmuştur. (Sartre, 1999:47) Gerçekten de Tanrı yoksa her şey mübahtır, hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan tek başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanılacak bir destek vardır, ne de dışında tutunulacak bir dal. Artık insan, yaptıklarına hiçbir özür, dayanak bulamayacaktır. Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan ve determinizmden söz edilemeyeceğine göre; insan için kendinden başka hiçbir belirleyici yoktur. Sartre, özgürlüğü, insan için herhangi bir özün olmadığı savına dayanarak sistemini meşrulaştırmaya çalışıyor. Aslında, kendi özüne dayanan varoluşunu, kendi benliğinde bulan bir toplum yaratmak istemektedir. Bu düşüncesi, “insan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur” sözüne dayanıyor. (Sartre, 1999:4 Bunun beraberinde sorumluluk da peşi sıra gelir. Yani özgürlük ve sorumluluk birbirini tamamlar. Sartre’a göre “ben” kendimi seçerken başkasını da seçmiş oluyorum. Başkasını seçmem de zorunlu olarak sorumluluğu gerektiriyor. Sartre’da insanın özgür olma zorunluluğu da aslında bir öz değil midir? Bu soru nasıl bir cevap bulunabilir? Önce özgürlük diye bir öz konuluyor ve bireyin varoluşu bu öz üzerine yapılandırılıyor. Halbuki Sartre’ın varoluşçuluğunda öze yer yoktur. Bu çelişki Sartre’ı çıkmaza sokmaktadır.

KAYNAKÇA

KAUFMANN, Walter,1997: Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk, çev: Akşit Göktürk, YKY, İstanbul.

SARTRE, J. Paul, 2005: Varoluşçuluk, çev: Asım Bezirci, Say Yay, İstanbul.

SARTRE, J. Paul, 1999: Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Say Yayınları, İstanbul

ilginizi çekebilir

istanbul-da-boykot-yuruyus-miting-gunu
Öğrenci ve kitle hareketi içerisindeki faşizmin önlenebilir yükselişi
senol pers 2 thumb
Demokrasi Gaspına Karşı Kitlesel Muhalefet | Perspektifler #2
JDJadjlj
Devlet, asker, polis: Bunlar kimin için var?