15 Temmuz 2016 darbesine Midilli’nin bir balıkçı köyünde yakalandım.
Notebooksuz ve çok sınırlı bir internet imkânıyla. Bu arada bu adada hala mekanik kredi kartı makineleri mevcut. 1970’lerin telefon ahizeleri hala kullanımda. Ama en az bizim kadar modern, çağdaş bir hayat yaşayabiliyorlar! Elbette bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Darbe sürecini ancak Türkiye’ye döndükten sonra geriye doğru izleyebildim. Aslında bu gecikmişlik bir anlamda iyi oldu çünkü anlık tepkiler vermek yerine süreci biraz daha derli toplu görebilmeyi mümkün kıldı. Bu yazı büyük ölçüde bu inceleme sürecinde ve sonrasında yazılmıştır ve olayın kendisinden çok, olayın algılanması, yorumlanması, değerlendirilmesi üzerinedir.
*****
Demokrasi prosedüreldir. Yani “Nasıl?” en az “Neden?” kadar önemlidir. Hatta bazen daha önemlidir. Dünyayı bir cennete çevirmeyi istiyor olabiliriz. Ancak maalesef demokratlık bunun nasıl, hangi yöntemlerle yapılacağını da içerir. Devrimden sonra demokrasi değil genellikle “thermidor” olur. Tarihte “thermidor”undan çıkmış devrim var mıdır? Dolayısıyla Menşevikleri ya da Girondin’leri asla küçümsememek gerekir! Ziya Gökalp kadar Prens Sabahattin’i de ciddi almalı! Onları okumak, anlamaya çalışmak demokrat bilincin yerleşmesi için elzem olabilir. Belki de asıl haklı olan onlardı!
Darbeyi onaylayarak “demokrat” olmanın imkânı yoktur. Bütün iyi şeyleri “devrim” sonrasına ekleyerek, o ana kadar her şeyi mubah saymak, genç bir rockçının “Önce birkaç popüler müzik albümü yapayım, tanınınca kendi istediğim müziği yaparım” demesine benzer. Ne yapıyorsak oyuz ! Hayat hiçbir zaman o rockçıya istediği müziği yapma fırsatı vermeyecektir. Hayat yerine kapitalizm mi demeliydim? Toplumla konuşmadan, onu ikna etmeden elde edilmiş iktidarların çoğunun sonu hüsran olmuştur.
Türkiye’de sol hiçbir zaman siyasal iktidar görmese de, uzun yıllar entelektüel hegemonyaya sahip olabilmiştir. Bu durum, başlı başına, üzerine düşünülmesi, tartışılması, araştırılması gereken bir konu. Ancak 1980’lerden sonra İslami bir entelijensiyanın oluşmaya başlaması ve 2000’li yıllarda AKP iktidarı sayesinde bunun popüler/popülist bir hal alması göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Türkiye’de özellikle sosyal medyanın ortaya çıkmasından sonra daha net görebildiğimiz kadarıyla sol okuryazarlık kendini hala iktidarda sanmaktadır. Sol okuryazarlık, İslami/Muhafazakâr okuryazarlığın öne çıkmasını hala geçici, arızi bir şey olarak görmekte ve meseleye komplo teorileri çerçevesinde bakmaktadır. Yani sol okuryazarlık tarihsel olarak net olan bir “iktidar kaybı”ndan henüz haberdar gözükmemektedir. Çok zor olsa da kabul edilmesi gereken şey 12 Eylül darbesiyle kıyılan solun entelektüel hegemonyasının 1990’lardan itibaren artık geçerli olmadığıdır. AKP nasıl kendini her daim “mağdur” olarak görebiliyorsa hala, sol okuryazarlık da kendini hakikatin yegâne sahibi olarak görebilmektedir. Her ikisi de birer ergenlik sendromudur. Olgunluk, basiret, hakikat duygusu, vizyon eksikliğidir.
Türkiye’de solun nesnel/somut anlamda sınıfsal bir temeli pek olmamıştır. Bu temel solcuların zihninde, gönlünde ancak muhayyel olarak mevcuttur. Solun Türkiye’de temsil etmesi gereken sınıflar maalesef solcuların pek haz etmediği bir adama âşıktır! Üstelik solun artık bir entelektüel hegemonyası da mevcut değildir. Ama 2016’da bile bizim solcularımız kendilerini, 1980 sonrasında doğmuş olmuş olsalar bile, hala 1960’lar, 1970’lerdeymiş gibi konumlandırmaktadırlar. Ütopyası en “ilerici” olan sol bir bakıma geçmişte yaşamaktadır. Günü yakalayan, günü okuyan bir sola ciddi bir biçimde ihtiyaç var. Sol bir 19. yüzyıl ideolojisidir. Faşizm, İslamcılık gibi birkaçı dışındaki tüm diğer ideolojiler gibi. Ama biz artık 19. yüzyılda yaşamıyoruz.
Ancak solun tarihsel olarak bittiğini söyleyenler de yanılıyorlar. Hiçbir şey bitmedi. Hatta Türkiye’de her şey daha yeni başlıyor. Batı’da sol sıfırdan başladı. Hiçbir avantajı yoktu. Ama bugün solun iktidar olmadığı toplumlarda bile solun idealleri artık toplumsal vasatın vazgeçilmezlerini oluşturabiliyor. Bu ancak entelektüel kapasite, toplumsal emek, vizyon, sabır ve basiret meselesidir. Türkiye’de sol maalesef bilinçdışı ebeveynin verdiği haçlıkla geçinmeye o kadar alışmış ki, kendi siyasal erginliğini henüz ispatlamış gözükmüyor. Şımarık çocuklar gibi hep daha fazlasını istiyor babasından ama kendine ait bir dünyayı, kişiliği bir türlü inşa edemiyor. Kimse kusura bakmasın, Türkiye solu ergendir. Türkiye’de politik olanı yeniden tanımlamadan, yeni kavramlar, değerler üretmeden ve bunları toplumun geniş kesimleriyle paylaşmadan solun durumu değişmeyecek. Türkiye solu kendi Twitter evrenini Türkiye’nin bütünü saydıkça hiç akıllanmayacak.
15 Temmuz darbe girişiminde sokaklara dökülen halk, solun, doğal, tarihsel, sınıfsal tabanıdır. Eğer onlar solcuların pek sevmediği bir adamın peşinden gidiyorlarsa bu solcuların bir sonudur. Üstadım Walter Benjamin mealen şöyle demişti: “Her faşizmin arkasında beceriksiz bir sol vardır”. Haklıydı. Ve hala haklı.
Önüne gelene “faşist” diyerek faşizmle mücadele ettiğini sanmak tipik bir Türkiye solcusu refleksidir. Faşizmle ancak ve ancak uzlaşmacı, ittifakçı ve en önemlisi de rakibinin tabanını ciddiye alarak ve onunla ilişki kurmaya çalışarak mücadele edilebilir.
Halkına bomba atan, ateş eden askere karşı durmaya çalışan insanlarla arasına bu kadar büyük bir mesafe koyabilmek sola özgü bir tutum olamaz. En kötü demokrasi, en iyi askeri rejimden evladır. Modern zamanlarda otoriterlik zaten ancak sandıktan çıkar. Bu manada otoriterlik ile mücadele etmek istiyorsak, o liderliği destekleyen toplumsal kesimlerle ilişki kurmaya çalışmamız gerekir. Bunun için önce kendimizi sorgulamamız, eleştirmemiz hatta değiştirmemiz lazım. Onların bize gelmesini beklemek yerine mümkün olan en geniş toplumsal kesimlerle ittifak aramalıyız. Tanklar geçerken tankları alkışlamamalıyız. Ne ellerimizle ne de zihnimizle. Tankların önüne atlayanların yanında olmalıyız. En azından manevi olarak.
Açık konuşayım. Bu ülkede Galatasaray Lisesi, Robert Kolej mezunlarının demokratlık seviyesi Gaziantepli, imam hatip mezunu, eşi başörtülü, AKP seçmeni bir ortalama KOBİ sahibinin demokratlık seviyesinin üzerinde değildir. Bu kesimin kendisine atfettiği “fazlalık” daha çok yaşama biçimsel ya da kültüreldir.
Soma’da üç yüz insan öldü. Ve onların aileleri ilk seçimde yine AKP’ye oy verdi. Neden? Hiç düşündün mü? Çünkü onların gidebilecekleri bir yer yok. Onlar Türkiye’ye mahkûmlar. Ve burada onlar için AKP’ye karşı olarak çıkarılmış bir seçenek hala yok. O sevmediğin adam niye bu kadar otoriter hiç düşündün mü? O da bunu çok iyi biliyor da ondan! Yani senin gibilerin Soma işçilerinin dul ve yetimleri için bile bir seçenek olamadığını çok iyi biliyor. Ve siyasetini bu bilgi ve kavrayış üzerine kuruyor.
İtiraf edelim! Türkiyeli solcunun içinde, dibinde bir yerlerde biri şöyle diyor: “Ya bu adam gitsin de, nasıl giderse gitsin.” Pekâlâ, şunu niye görmüyorsun: Senin böyle düşünmenle onun öyle olması arasında hiç mi bir ilişki yok? Yani senin o gitsin de nasıl giderse gitsin demenle, onu destekleyenlerin kalsın da nasıl kalırsa kalsın demesi arasında ne fark var? Bu durumda sen neden ve nasıl o tabandaki bir yurttaştan daha bilinçli olabiliyorsun?
Herhangi birimizin karşısındakinden kendi demokratlığından daha üst düzey bir demokratlık beklemeye hakkı var mı? Olabilir mi? Kardeşim, demokrat ol at denize balık bilmezse halik bilsin! Ne olur? Kötü mü olur? Elbette şimdi sen “halik” dediğim için bana İslamcı muamelesi de yaparsın! Gündelik dile yerleşmiş kelimeler, deyimler artık sadece orijinal anlam sınırları içinde kalmazlar. Yani “Eyvallah” ya da “Allah iyiliğini versin” demek için mutlaka İslamcı, dinci, Müslüman ya da dindar olmak gerekmez. Türkçede buna böyle denir çünkü. Örneğin dolmuştan müsait bir yerde inilir, uygun bir yerde değil! Kaybettiklerimizin nur içinde yatması istenir, ışıklar içinde uyuması değil. Sonuçta ışık da nur değil midir eninde sonunda! İşte bir toplumla bir dili paylaşmak biraz böyle bir şeydir. Yıllar önce, sanırım otuz yıl kadar vardır, uzun süren bir turist rehberliği kursundan sonra bir staj gezisi yapmıştık. Elli gün boyunca bütün Türkiye’yi gezip görmüştük. Ben doğma büyüme İstanbulluyum. Açıkçası ben Türkiye’yi ilk kez o yolculukta anlamaya başladım. Beş otobüs dolusu rehber adayı, yirmili yaşlarda, çoğu İstanbul’un kolejlerinden mezun, Van kalesine indik. Sanırım aylardan Temmuz. Kızlı erkekli. Herkesin üzerinde şortlar, gözlükler, şapkalar. Bizi çıplak ayaklı Kürt çocukları karşıladı ve “Hello” demeye başladılar. Ben onlarla turist olmadığımızı ifade edebilmek için Türkçe konuşmaya çalıştım. Beni anlıyorlardı. Belki de bu yüzden biri diğerine şöyle dedi: “Hele bak turiste nasıl da güzel Türkçe konuşuyor.” Hiç unutmadım bu hikâyeyi.
Türkiye giderek daha otoriter bir zemine doğru kayıyor. Ancak bu bir kişinin ya da grubun bir özelliği değil sadece. Bizim hep birlikte ürettiğimiz bir toplumsallığın sonuçlarından biri. Bunun önüne geçmenin temel bir koşulu 15 Temmuz gecesi sokaklara dökülen AKP tabanının başka bir seçeneğe ikna edilmesinden geçiyor. Bir başka üstadım Horkheimer da mealen şöyle demişti: Kapitalizmden şikâyeti olmayan faşizm karşısında da sesini fazla çıkarmasın. Bu dediğimi bir hedef olarak önüne koymayan da kendine solcu falan demesin artık!
Onun inandığını en azından bileceksin, onun konuştuğunu anlayacaksın ve anladığı dilde de konuşabileceksin. Var mısın?
Batı’da entelektüelin bir kıymeti harbiyesinin olması aynı zamanda o entelektüelin kendisini kamusal alan içinde var olan bütün toplumsal kesimlerin tarihleri, sıkıntıları, hayalleriyle ilişkili bir biçimde inşa edebilmiş olmasından kaynaklanır. De Gaulle’ün “Sartre Fransa’dır” diyebilmesi biraz da buradan kaynaklanır. Bizde bu anlamda entelektüel pek yoktur. Bizde aydın vardır; o da çok mahallidir.
Uzun yıllar Türkiye’de kültürel hegemonya solda olmuş olmasına rağmen, kalbürüstü bir entelektüel çıkaramamış olmasının sebeplerini de burada aramak gerekir. Türkiye’deki anlamıyla sadece “solcu” olarak, kalarak bir “sol entelektüel” olunması maalesef pek mümkün olamamıştır. Türkiye’de de pek sevilen bir Fransız sol entelektüelinin Aziz Pavlus üzerine de kitabı var. Ama bu onun koyu bir Katolik olmasını gerektirmiyor. Hatta dindar olmasını bile!
Tankların insanları ezdiği bir tarihsel anda, orada olmasak bile, o insanlarla bir empati kuramamak aslında siyasal hakikati AKP’ye terk etmekle eş anlamlıdır. Demokratik siyaset rakibinin merkezine yönelik olarak yapılmaz. Rakibinin merkeziyle toplumsal tabanı arasındaki bir nokta hedef alınarak yapılır. Demokratik siyaset hınçla, nefretle yapılmaz. Rakibinin tabanını dışlayarak, küçümseyerek yapılmaz. Rakibinin tabanını kazanmayı hedeflemeden siyaset yapılamaz çünkü. Bugün AKP tabanını oluşturan toplumsal kesimlerin önemli bir bölümü sola meyletmeden Türkiye’de demokrasiden söz etmek mümkün olmayacak gibi gözüküyor.
Bütün bu olanlardan sonra muhafazakâr camianın artık en azından bir şeyin farkına varmış olması beklenir. Onların sandığı gibi, dindarlık insanlığı garanti etmiyor, edemiyor. Bizden - bizden olmayan siyasetiyle hiçbir yere varılamıyor. Müslümanların iktidarında, cumhuriyet bürokrasinin Müslümanlarla doldurulmuş olmasının da bir sonucu değil mi yaşadığımız son felaket? Bu insanları kim doldurdu bürokrasinin içine? Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir cumhuriyet kendi bürokrasini başka bir yerden emir alan insanlara teslim etmemiştir. Böylesine basit bir gerçeği illa yaşayarak mı öğrenmek gerekirdi? Kurnazlık sadece akılla değil, aynı zamanda aptallıkla da akrabadır. Kamusal olanı çoğulluk değil de çoğunluk olarak okursanız liyakat size bir erdem değil bir şımarıklık olarak gözükür. O zaman da yaverlerinize kadar kuşatılmış olmanızdan şikâyet edemezsiniz.
Çoğunluk elbette siyasi meşruiyetin temelidir. Ama bu tek başına bir ülkenin iyi yönetilmesini garanti etmez. Çünkü demokrasi bir “seçilmiş krallar“ rejimi değildir. Toplumun iktidar partisine oy vermemiş kesimleri o parti tarafından yönetilmeyi kabul etmeden demokrat olamazlar. Aynı şekilde iktidarda olanlar da kendilerine oy vermemiş insanlarla, kurumlarla çalışmazlarsa demokrat olamazlar. Merkezi hükümetin farklı bir partiden olduğu için bir belediyeye tahsis etmesi gereken yasal kaynakları vermemesi gibi, işi layık olana değil de yandaş olana vermek de bir cumhuriyeti çürütür. Cumhuriyet, yurttaşlarının gönüllü katılımıyla mümkündür. Hangi görüşten olursa olsun. Siz bazı kesimleri sistematik olarak kayırır, bazı kesimleri sistematik olarak dışlarsanız Habermas’ın “meşruiyet krizi” dediği şeyden kaçamazsınız. Çünkü siyasal meşruiyet sadece sizin oy verenleriniz nezdindeki itibarınızdan oluşmaz. Aynı zamanda meşruiyet size oy vermeyenler nezdindeki itibarınızı da içerir. Meşruiyet krizi ise siyasal bataklık üretir. Yani her türlü mikroba, virüse açık hale gelirsiniz.
Her Sezar’ın bir Brütüs’ü olur! Demek ki esas mesele Sezar değil demokrat olmaktır. Yurttaşlarının aidiyet duygularını belli bir seviyenin altına düşüren her rejim eninde sonunda krize mahkûmdur.
İhtiyacımız olan demokrasidir. Nitelikli bir demokrasi. Toplumun her kesimine daha fazla özgürlük, daha fazla refah, daha fazla huzur. Bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Her yurttaşına “doğal hak” olarak barınacak bir ev, geçinecek kadar bir gelir garanti edebilen, her gencini üniversite sonuna dek bedelsiz okutabilen. Hayalci mi buldunuz? O zaman benim bir sorum var! Sizin hayaliniz nedir? İşte bu noktadan tartışmaya başlayalım medeni insanlar gibi. İnanın sonrası hiç de zor olmayacak.
15 Temmuz akşamından itibaren olmayan cumhuriyetimizin sokaklarında tankların ve tüfeklerin karşısında hayatını kaybetmiş bütün yurttaşlarımızın hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Onların niyetlerini, siyasal ideolojilerini, eğitim durumlarını sorgulamak bana düşmez. Kimseye düşmez. Onlarla aynı partiye oy vermiyorum diye, onların fedakârlıklarını göz ardı edersem insanlıktan çıkarım çünkü.
Ama şunu da eklemezsem vicdanıma asla hesap veremeyeceğimi düşünüyorum. Bu ülkenin uçakları kendi yurttaşlarını ilk kez bombalamıyor. Roboski/Uludere! Bu ülkenin askeri/polisi kendi yurttaşına ilk kez şiddet uygulamıyor. Gezi! Peki bütün bunlar neden olabiliyor? Çünkü bizler bunlara hep beraber, ilkece, vicdanen karşı duramadık. Biz aslında tam anlamıyla bir “toplum” olamadık. Kendi aramızdaki oyunun kurallarını hep birlikte belirlediğimiz bir sözleşme oluşturamadık. Mahallelerimizin dışına pek çıkamadık.
Bu ülke 28 Şubatta başörtülü kızlarının üniversitelere sokulmamasına göz yumdu. Aynı inanca sahip erkek öğrenciler derslere ve sınavlara girmeye devam ederken üstelik. Ben oradaydım. Şahidim. Bu ülkenin ebeveynleri kendi devletlerinin kendi evlatlarına reva gördüğü işkenceleri sineye çekti 12 Eylülde. Nurdan Gürbilek’in son kitabını okuyun! Yeter arık söz milletin diyen insanlar asılırken millet sokaklarda falan değildi. Dolayısıyla Sezen Aksu haklı. Hiçbirimiz masum değiliz. Artık hem kendimizle hem de birbirimizle yüzleşmek zorundayız.
Besim F. Dellaloğlu