Dağın fare bile doğurmamasının asıl nedeni, Devlet tarafının büyük korkularla hareket ediyor olması. Açıklanan korku şimdilik “FETÖ” korkusu… [buna ilerde başka korkular da eklenecek] Getirilen kısmi aftan, Gülen cemaati mensuplarının yararlanmasından korkulmuş. Zihniyet kalıpları esas olarak “kimleri çıkartmayalım” mantığı üzerine kurulu. Yani, “negatifi düşünme” Devleti harekete geçiren asıl dürtü. Acaba bu “kimleri süreçten yararlandırmayalım” üstüne kurdukları düşünme tarzının süreci tehlikeye soktuğunun farkındalar mı?
Bu ‘korku’ motifi o kadar önemli ki süreç hakkında genel olarak destekleyici ama eleştirel düşünceler de dile getiren birçok YouTube kanalına yasak da getirildi. Başlangıçta “açılım sürecinin” büyük destekçisi olan bu kanallar şimdi yasak kapsamında ve bu kanalların Türkiye’de izlenme imkanının önü kesildi. Ana neden açılım üzerine ‘düşünmekten’ ve ‘konuşmaktan’ korkmak.
Evet, sürecin ana aktörleri süreç üzerine ‘düşünmekten’ korkuyorlar. Açılım dedikleri konunun ‘fikri temelleri’ gibi bir boyutunun olduğunu görmüyor ve bu boyutu ile ilgilenmiyorlar. Soruna, esas olarak bazı idari tedbirler ve bir ‘lütuf’ olarak yaklaşıyorlar. ‘Konuşmak’ ve ‘düşünmek’ gereksiz teferruat gibi duruyor.
Şimdi, “silahların teslimi yaz boyunca tamamlansın, sonra yeni atımlar atılır” havasına girilmiş gözüküyor. Ama birilerinin karar verici çevrelere “eğer konuya yaklaşım zihniyetinizi değiştirmezseniz istediğiniz şeyleri elde etme ihtimalinden yoksun kalacaksınız” hatırlatmasını yapması gerekiyor.
“Açılım”ın önündeki zihniyet engeli
Yukardaki ifadeyi, “açılım süreci”ne karşı çıkanların bazı itiraz gerekçelerine katılmadığımı belirtmek için yazdım. Genellikle konuya, “güven-güvensizlik”, “inanmak-inanmamak” “niyetleri var-niyetleri yok” ikilemleri ile yaklaşılıyor. En çok duyulan argüman da “ciddi değiller, bu açılımı bir başka şey için -Erdoğan’ın seçilmesinin bir aracı olarak kullanma dışında bir amaçları yok” oluyor. Niyet okuma üzerine kurulmuş bu söylemlerin çok anlamlı olmadığı kanaatindeyim. Ortadaki sorun bu ikilemin çok ötesinde… Zihniyet dünyasının belirlediği ciddi bir yapısal problemle karşı karşıyayız.
Devletin, “Kürt-Türk kardeşliği” fikrinde de “Yeni Türkiye Yüzyılı Yaratmak” fikrinde de ciddi olduğunu ve sürece “birilerini kandırmak” amacıyla başlanmadığını kabul etmek zorundayız. ‘Niyet okuması’ yapmak yerine, analizlerimizi konu hakkında ciddi oldukları esasına oturtmakta fayda var. Ancak o zaman ortada olan ciddi yapısal sorunun farkına varırız.
Ve bu yapısal sorun yeni değil; Osmanlı’dan bize kalan bir miras. Biraz düşünürsek problemin ne olduğunu hemen anlayabilir ve gereksiz ‘niyet’ veya ‘ciddiyet’ tartışmalarının ötesine geçebiliriz. Ana sorun EŞİTLİK meselesidir ve temel iddiam da şudur: tarihle Müslüman-Hıristiyan eşitliğinin sağlanması sorunu ile şimdiki Türk-Kürt eşitliğinin sağlanması sorunu arasında büyük benzerlikler vardır. Bu iki konu arasında esasta bir fark yoktur. Elbette bu iddiaya bilinen itirazlar yapılabilir. Tarihteki Türk-Kürt (örneğin bazı katliamlarda veya Kurtuluş Savaşında) ortaklıkları veya Kürtlerin Müslüman oldukları ileri sürülebilir. Ama bu faktörler EŞİTLİK konusunda sözünü ettiğim yapısal benzerlik yanında fazla ayrıntı gibi durmaktadır.
Nasıl ki bazı nedenlerle geçmişte Hıristiyan-Müslüman eşitliği sağlanamadı ise bugün de benzeri nedenlerle Türk-Kürt eşitliği sağlanamayacaktır. Düşünülmesi gereken budur! Bunun en temel nedeni, bu adımı atmanın önemini idrak etmiş olan devlet görevlilerinin, eşitlik konusunun çok önemli fikri temellere dayandığının ve bu fikri temeller üzerinde düşünerek ve konuşarak bir uzlaşma sağlanması gerektiğinin farkında olmamalarıdır. Evet, istedikleri şeyin fikri temellerini yaratamazlarsa atacakları her adım hüsranla sonuçlanacaktır. Bu nedenle henüz geç kalınmamıştır da diyebilirsiniz.
Eşitlik sorunu: Osmanlı’dan bugüne bir miras
Osmanlı yöneticileri, Müslüman-Hıristiyan eşitliğini sağlamak için 1839’da Tanzimat reformunu ilan ederlerken son derece ciddi idiler. Yani ne ‘kandırmaca’ yapıyorlardı ne de ‘gayrı ciddi’ idiler. Ve 1856’ya kadar bu doğrultuda kendilerince bazı önemli adımlar da attılar. Ama tek şey yapmadılar. Attıkları adımların fikri temellerini yaratmak konusunda hiçbir ciddi girişimleri olmadı. Üstelik attıkları adımlar o kadar zayıf, o kadar ayak sürüyerek idi ki sonuç istedikleri gibi olmadı.1856’da uluslararası koşulların yarattığı uygun ortamda Islahat Fermanı’nı ilan etmek zorunda kaldılar. Fakat gene aynı sorunla karşı karşıya idiler. 1839 Tanzimat Fermanı’nın yaratıcılarından Mustafa Reşit Paşa’nın 1856’da ‘eğer fikri hazırlık yapılmazsa sonuçları kötü olur’ mealindeki sözleri, reformcu bürokrat olarak tanınan Cevdet Paşa’nın 1856 Reformu’nu ‘Müslümanların kara günü’ olarak tanımlaması bilinen anekdotlar arasındadır.
Taner Akçam