(Seçtiklerimiz) Lefter, Troçki ve Büyükada

Lefter’in hikâyesi, bu geniş bağlamın ortasında yalnızca bir sporcunun yükselişi değil, aynı zamanda bir ülkenin dönüşümünün ve ada yaşamının sessiz tanıklıklarının da izlerini taşıyor.

Lefter Küçükandonyadis’in hayatını konu alan filmin, Netflix’de gösterime girmesi, yalnızca bir futbol efsanesinin kariyerini değil, aynı zamanda 20. yüzyılın başından 1950’lere uzanan siyasal, toplumsal ve kültürel dönüşümlerin içinden geçen bir Rum çocuğunun hikâyesini yeniden düşünmeyi mümkün kılıyor.

Bu film vesilesiyle, Lefter’in doğduğu Büyükada’nın 1920’lerdeki toplumsal yapısından, mübadele sonrasının kırılgan dengelerine; Troçki’nin aynı yıllarda adada sürgün hayatını sürdürürken kaleme aldığı siyasal analizlerden, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki Ermeni ve Rum nüfus üzerindeki kısıtlama politikalarına; İstanbul’un milletli spor ortamından Taksimspor’un kuruluşuna ve 6–7 Eylül gecesine kadar uzanan geniş bir tarihsel aralığın iç içe geçtiği bir toplumsal arka plan ortaya çıkıyor.

Lefter’in hikâyesi, bu geniş bağlamın ortasında yalnızca bir sporcunun yükselişi değil, aynı zamanda bir ülkenin dönüşümünün ve ada yaşamının sessiz tanıklıklarının da izlerini taşıyor. Büyükada, bu dönüşümlerin kendine özgü biçimde yoğunlaştığı, farklı kesimleri yan yana getiren bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Bu yazıda, Troçki’nin kaleme aldığı siyasal analizlerin izlerini, adanın gündelik hayatı üzerinden 6–7 Eylül’e uzanan tarihe kadar kısaca takip etmeye çalışacağız.

Film üzerine

Netflix yapımı filmde Rumca konuşan sahneleri duyduğumuzda, aslında Türkiye’de sinema ve dizilerin nasıl olması gerektiğini yeniden hatırlıyoruz.

İzleyici ile film arasına bir yabancılaşma girmiyor. Bu Rumlar neden Rumca konuşuyor sorusunu sordurtmuyor insana.

Yıllardır Kürtlerin Kürtçesini, Karadeniz’de Lazca, Rumca, Hemşince ve Gürcüceyi yok sayan; tüm bir dil çeşitliliğini kötü bir “Türkçe aksanı” klişesine indirgeyen sektörün aksine, Lefter filmi insanların kendi ana dilleriyle var olduğu bir gerçekliği perdeye taşıyor ve başka bir mümkünatı bize gösteriyor. Bu filme dair, film teknikleri, oyunculuklar, senaryo gibi konuları da ele alacak yazılar da geleceğini düşünmekteyim.

Mübadele ve Büyükada

Lefter 1924 yılında dünyaya geldiğinde bir sene öncesinde  Lozan Antlaşması’nın 30 Ocak 1923 tarihli “Türk ve Rum Nüfuslarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” hükümleri yürürlüğe girmiş ve Türkiye’deki Rum Ortodoks nüfusun, İstanbul ve Bozcaada–Gökçeada istisna edilmek üzere, Yunanistan’a gönderilmesi süreci başlamıştı.

Aynı dönemde Yunanistan’daki Müslüman nüfus da Türkiye’ye gönderilmiş, toplamda yaklaşık 1.2 milyon Rum ve 400 bin Müslüman zorunlu göçe tâbi tutulmuştu. Bu süreçte komisyonlar yer değiştiren nüfusun kayıtlarını, taşınır-taşınmaz malların tespitini ve sevk işlemlerini yürütmüş; göç, 1924 boyunca yoğun bir şekilde devam etmişti. İstanbul ve Adalar bölgesi mübadeleden muaf tutulmakla birlikte, çevredeki Rum yerleşimlerinin boşalması ve yeni iskân politikaları bölgenin demografik yapısını dolaylı olarak etkilemişti.

Lefter’in doğduğu Büyükada, bu kırılma döneminin hemen sonrasında, Rumların sayısının azaldığı ama kültürel varlığın hâlâ güçlü biçimde hissedildiği bir yerdi.

1920’lerde Prens Adaları, İstanbul’un edebiyat, sanat ve siyaset çevrelerinin buluştuğu önemli bir merkezdi. Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Fethi Okyar, İbrahim Çallı ve Şakir Paşa ailesi gibi dönemin önde gelen isimleri adalarda yaşıyordu. Kınalıada’da Zabel Asadur ve ileride şair Zahrad’ın ailesi gibi Ermeni entelektüeller bulunuyor; bu isimlerin toplamı Adaları 1920’lerde canlı, çok katmanlı bir kültürel alan hâline getiriyordu. Lefter’in doğduğu Büyükada da tam bu yoğun kültürel ortamın içindeydi.

Ulaşım olanaklarının gelişmesiyle Prens Adaları’na ilgi hızla arttı. 1846’da başlayan düzenli vapur seferleri, 20. yüzyıl başında Şirket-i Hayriye filosunun büyümesiyle çok daha sık ve erişilebilir hâle gelmiş; yaz aylarında yüzü aşkın geminin önemli bir bölümü Adalar hattına kaydırılmış, büyük yolcu vapurları bin kişiye yaklaşan kapasiteleriyle adalara yoğun bir akış yaratmıştı.

Bu süreçte deniz hamamlarının yerini plaj kültürü almaya başlamış, Rum köy dokusuna köşkler ve pansiyonlar eklenmiş, böylece Büyükada ve diğer adalar hem Cumhuriyet elitinin yazlık merkezlerine hem de balıkçı–işçi mahalleleriyle iç içe yaşayan çok katmanlı topluluklara ev sahipliği yapmayı sürdürmüştü.

İlk başta bu dönemde Ermeni nüfus yerleşmeye başlamıştı, komşu ada olan Kınalıada’da yoğunlaşa da, Büyükada’da Ermeni nüfus da gelmişti. (Bunlardan biri, hala bana sır kalan Berberyan akrabalarm). 19. yy sonundan 1930’lara kadar Adalar’da Rum balıkçı/işçi mahalleleri (özellikle Maden ve Nizam’ın arka sokakları) ile köşk sahiplerinin yaşadığı bölgeler iç içe olmakla birlikte, bunları birbirinden bu küçük adada ayırmak, İstanbul’un sınıfına göre ayrılmış mahalle ve semtlerine göre çokta mümkün değildi. Lefter, işte böyle dar bir alanda zenginlerin gölgesinde büyüyen fakir bir balıkçının çocuğu olarak futbolcu olan abisi gibi, futbola sevdalanmaya başlamıştı.

Troçki Büyükada’da

Lefter dünyaya geldiğinde, Sovyetler Birliği’nde Lenin ölmüş, Troçki’nin üzerindeki baskı artmaya başlamıştı. O sıralarda Troçki, iç savaşta Kızıl Ordu’nun komutanı ve Rosa Luxemburg’un ifadesiyle Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri olmasına adamı  parti içinde ona karşı saldırılar yoğunlaşıyor, Stalin–Zinovyev–Kamenev üçlüsünün hedefi hâline geliyordu. 1923’te “Sol Muhalefet” adıyla parti içinde bürokratikleşmeye karşı çıkmış, fakat Lenin’in hastalığı ve ölümü sonrasında bu muhalefete karşı hamleler adım adım sertleşmişti. Birkaç yıl içinde Troçki Savaş Komiserliği ve Dışişleri Halk Komiserliği görevlerini üstlendikten ardından Savaş Komiserliği görevinden alınacak, ardından Politbüro’dan dışlanacak ve sonunda parti üyeliği bile düşürülerek uzak Sibirya’ya, oradan da Türkiye sürgününe doğru itilecekti.

Leon Troçki, Sovyetler Birliği’nden sürgün edildikten sonra 1929 Şubat’ında İstanbul’a getirildi ve kısa süre içinde Büyükada’ya yerleştirildi. İlk olarak Nizam Caddesi’ndeki Arap İzzet Paşa Köşkü’nde oturdu, daha sonra da yine Nizam Caddesi üzerindeki Con Paşa Köşkü’nün Hamlacı Sokak’a açılan kâgir müştemilatına geçti. Bu evlerde kaldığı dönemde düzenli bir çalışma temposu sürdürdü.  Gündelik hayatında dışarıya açık olduğu nadir anlardan biri tıraş için berbere gidişleriydi. Ahmet “Fıstık” Tanrıverdi’nin Hoşçakal Prinkipo kitabında aktardığına göre, Troçki tıraşa geldiğinde, yanında görevli polisler dükkânın çevresinde konuşlanır, sokak ve civar dikkatle gözetim altında tutulurdu. Ada çocuklarının (kim bilir, belki Lefter de bu çocuklar arasındaydı) bu sahneyi, kapı önünde toplanıp içeride tıraş olan “yabancıyı” sessizce izleyerek seyrettikleri aktarılır.

Güvenlik ve ev içi düzen de Türk ve yerli unsurlarla iç içeydi. Troçki’nin Büyükada’daki güvenliğinden sorumlu iki isimden biri Komiser Mustafa Oğuz, diğeri ise ada halkının “Troçki Hilmi” diye andığı polis memuru Hilmi idi; bu iki polis hem resmî koruma görevini yürütüyor hem de adadaki hareketliliği takip ediyordu.

Daha sonra ortaya çıkacağı üzere, “Polis Salih” diye anılan bir diğer görevlinin ise GPU’ya bilgi aktardığı anlaşılacaktı. Ev içinde mutfak işleri ve yemek hazırlama işi, yine Hoşçakal Prinkipo’da adı geçen yerli kadınlar tarafından yürütülüyordu: Lefter Küçükandonyadis’in teyzesi Despina Fıstikas ile başka bir aileyle bağlantılı Eleni Lazaro’nun, Tanrıverdi’nin aktardığına göre zayıf kilosu ve görünüşünün tersine yemek yemeyi seven Troçki’nin aşçılığını yaptığı, gündüzleri köşkte yemek pişirip akşamları kendi evlerine döndükleri belirtilir.

Troçki, İstanbul’daki dört yıllık sürgün döneminin büyük kısmını Büyükada’da geçirirken, hem Türkiye’nin hem de Sovyetler Birliği’nin yoğun gözetimi altındaydı. Açılan Millî Emniyet Hizmeti (MAH) raporu, Troçki’nin izlenmesinde MAH ile Sovyet istihbaratı GPU’nun zaman zaman işbirliği yaptığını, birbirlerinin kaynaklarından faydalanmaya çalıştığını ve karşılıklı bilgi alışverişine açık olduklarını göstererek, Troçki’nin daha İstanbul’dayken nasıl çok katmanlı bir ajan ve ihbarcı ağıyla çevrelendiğini ortaya koydu. Raporlarda ismi silindiği için yalnızca “Efendi” olarak anılan bir kişinin, ada çevresindeki Ermeni ilişkilerini izlemekle görevlendirildiği anlaşılmaktadır.

Troçki’nin Prinkipo günleri, Avrupa’da siyasal dengelerin hızla çözüldüğü ve Almanya’da faşizmin kitle desteğini büyüttüğü bir döneme denk geliyordu. Özellikle 1930’dan itibaren Nazi Partisi’nin seçimlerde büyük sıçrama yapması, Troçki’yi Büyükada’dan Almanya işçi hareketine yönelik ardı ardına uyarılar yazmaya sevk etti.

Ona göre faşizmin yükselişi, yalnızca bir parti değişimi değil, işçi sınıfı örgütlerinin, sendikaların ve bütün demokratik kazanımların fiziksel olarak yok edilmesi anlamına gelen tarihsel bir tehditti. Bu nedenle Troçki, Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Komünist Parti’nin (KPD) birbirlerine yönelik sert düşmanlıklarını “ölümcül bir hata” olarak değerlendiriyor; faşizme karşı başarı şansının ancak iki işçi partisinin ortak bir savunma cephesi kurmasıyla mümkün olduğunu ısrarla vurguluyordu.

Büyükada’dan kaleme aldığı makale ve broşürlerde Troçki, faşizme karşı mücadelenin yalnızca söylemle değil, somut ve yerel düzeyde örgütlenmiş mekanizmalarla yürütülmesi gerektiğini savundu. Bunun için her fabrika, her işçi mahallesi ve her sendikal birimde ortak işçi savunma komitelerinin kurulmasını önerdi.

Bu komitelerin görevi, Nazi çetelerinin saldırılarına karşı mitingleri ve işçilerin çalışma alanlarını korumak, aynı zamanda SPD ve KPD tabanını pratik bir işbirliğinde bir araya getirmekti. Troçki’ye göre birleşik cephe, iki partinin programlarını birleştirmek anlamına gelmiyor; sadece faşizmin işçi örgütlerini yok etmesine karşı asgari bir ortak savunma hattı oluşturmak demekti. Bu bağlamda Troçki, işçi sınıfının siyasi parçalanmışlığının Hitler’in yükselişinin en büyük kolaylaştırıcısı olduğunu defalarca yazarken, Stalin ve Dimitrov ise SPD’yi faşizmin ikiz kardeşi ilan ederek ortak çalışmayı reddediyorlardı.

Troçki Alman faşizmi üzerine yazdığı yazılarda, şu noktaya da dikkat çeker[1]: ‘’Onlarca yıl boyunca işçiler, burjuva demokrasisinin sınırları içinde — onu kullanarak ve ona karşı mücadele ederek — kendi proletarya demokrasisi kalelerini ve üslerini inşa etmişlerdir: sendikalar, siyasi partiler, eğitim ve spor kulüpleri, kooperatifler vb.’ Yani spor kulüpleri, işçi sınıfının kazanımı olabilir.’’ Spor kulüplerinin işçi sınıfının kazanımı olarak gören Troçki, devrimci siyasetin içinde bunları da konumlandırmıştı. Lefterin futbolculuk kariyeri, aslında bu kulüplerin işçi sınıfının kazınımına, tüm potansiyellerine rağmen, dönüşmesi konusuyla ile yakından alakalıdır, bilhassa 6-7 Eylül olaylarında.

İstanbul’un kapanan kapıları

Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’daki Ermeni ve Rum nüfus üzerindeki kısıtlama politikalarının en belirgin adımları, memuriyetten dışlama, meslek yaşamının Türkleştirilmesi ve kamusal alanda dil kullanımının sınırlanması ekseninde şekillendi. 1924 tarihli Memurin Kanunu’nun “memur olabilme şartı”nı milliyeti-dini bir anlamda “Türk olmak” şeklinde tanımlamasıyla Hıristiyan ve Yahudilerin devlet bürokrasisine girişi fiilen engellendi; bunu, 1923’ten itibaren yabancı ve büyük şirketlere Ermeni ve Rum çalışanları işten çıkarıp yerlerine Müslüman-Türk personel almaları yönünde yapılan sistemli baskılar izledi.

1930’lar boyunca ekonomik hayatın “Türkleştirilmesi” politikası çerçevesinde, çeşitli sektörlerde Hristiyan ve Yahudilerin toplu işten çıkarılması ve bazı mesleklerin “doğuştan Türk vatandaşlarına” tahsis edilmesi, özellikle İstanbul’daki Rum ve Ermeni esnafın çalışma alanlarını ciddi biçimde daralttı.

Rum topluluğuna yönelik uygulamalar da aynı yıllarda yoğunlaştı. İstanbul’daki Rum okullarının öğrenci sayısı 1922–23’te 24.296 iken, 1925’te 8.515’e ve 1928’de 5.923’e düşerek[2] kısa sürede büyük bir gerileme gösterdi. Bu yıllarda Rum kültür derneklerinin faaliyetleri sınırlandırıldı; 1925’te Rum Edebiyat Derneği’nin binası ve demirbaşlarına el konuldu ve kurumun arşivleri resmî kurumlara dağıtıldı. Rumca basın organları da çeşitli gerekçelerle kapatma kararlarına konu edildi; 1939’da bir Rumca gazetenin kapatılmasının ardından matbaanın öğrenci grupları tarafından tahrip edilmesi kaydedildi.

Mübadele sürecinde nasıl Rumlar İstanbul’da tek kalmışlarsa, Ermenilerde aynı siyasetinin bir diğer muhatabı oldu. 1930’lu yıllarda birçok bölgede Ermeni ailelerin köy ve kasabalardan çıkarıldığı, idari kararlarla yer değiştirmeye zorlandıkları ve bu nüfusun giderek İstanbul’a yöneldiği kaydedildi. Erzurum, Sivas, Tokat, Harput, Diyarbakır ve Kayseri gibi şehirlerde Ermeni okulları, yetimhaneleri, kiliseleri ve cemaat kurumlarının art arda kapatıldığı; okul ve dini kurumların faaliyet dışı bırakılmasıyla bu yerleşimlerde eğitim, ibadet ve sosyal yaşamın sürdürülemez hâle geldiği bildirildi. Anadolu’daki bu kapatmaların ardından birçok Ermeni aile, yaşadıkları şehirlerde okul ve cemaat hayatı kalmadığı için İstanbul’a taşınmak zorunda kaldı.

Lefter’in çocukluğu

Ülke böylesi bir değişimin içinde iken, Lefter Küçükandonyadis’in çocukluğu Büyükada’da balıkçı bir ailenin içinde geçti.

Babası Andon balıkçılık yapıyor, Lefter de küçük yaşlardan itibaren hem ev işlerinde hem de teknede yardım ediyordu. Boş zamanlarında adanın sokaklarında Rum, Türk ve Ermeni çocuklarla futbol oynuyor, Rum İlkokulu’na devam etmekle birlikte sık sık dersten kaçarak sahaya gidiyordu.

İlk mektepten sonra çalışması gerekti ve ailesi onu eniştesinin yanında gümrük komisyonculuğunu öğrenmesi için yönlendirdi. Eniştesi gümrük komisyoncusuydu ve aile, Lefter’in bu meslekte yetişmesini istiyordu. Eniştesi onu Büyükada’dan alarak iş yerine götürüyordu.

Bir süre bu işte dursa da Lefter kısa zamanda sıkıldı. Fırsat buldukça işten kaçıyor, Talimhane’nin altındaki küçük futbol sahasına gidiyordu. O dönemde Galatasaraylı Buduri’nin kardeşi de aynı sahada top oynuyordu.

Lefter sık sık iş yerine dönmeyince eniştesi onu haftanın belirli günlerinde yazıhanesinde olduğundan daha çok sahada görmeye başladı.

Sonunda bir gün Lefter’i elinden tutarak babasının yanına götürdü ve durumu anlattı. Bunun üzerine babası, “Madem ki komisyonculuğu sevmedin, o hâlde bir sanat öğren” dedi. Birkaç gün sonra Lefter, diğer eniştesiyle birlikte su tesisatı işlerinde çalışmaya başladı.

Taksimspor’un kökeni, 1923 sonrasında İstanbul’daki Ermeni spor kulüplerinin dağılması üzerine 1926’da Taksim Topçu Kışlası içinde kurulan Yeni Şişli Ermeni Atletik Kulübüne dayanır. 1930’lu yıllarda spor kulüplerinin yeniden düzenlenmesi sırasında Yeni Şişli’nin Ateş-Güneş, Nor Şişli ve Kale kulüpleriyle birleştirilmesi sonucunda kulüp 1940’ta Taksim Gençlik Kulübü adını aldı ve İstanbul’un çok milletli spor ortamının önemli temsilcilerinden biri haline geldi. Lefter Küçükandonyadis’in futbolculuk yükselişi de bu çok milletli spor çevresinin içinde gerçekleşti; Lefter her ne kadar Rum olsa da, İstanbul’daki Rum kulübü Beyoğluspor yerine Taksimspor’un genç takımlarında yetişti. Bunun nedeni dönemin spor alanındaki yapısal dönüşümleri ve Taksimspor’un hem Beyoğlu bölgesinde etkili bir kulüp olması hem de çeşitli topluluklardan genç sporcuları bünyesinde toplamış olmasıydı.

Yıllar sonra Taksimspor’un formasını Hrant Dink’te giyecekti. Gençlik döneminde Galatasaray antrenmanlarına çıkmadan önce o da Zaraspor’un ardından Taksimspor’da forma giymişti. O dönemin hocası Brian Brich’in idmanlara okuldan dolayı geç gelen Dink’e, ya futbol ya okul deyince, Hrant okul diyerek, başka bir hayatın yolunu tutmuştu.

Pasif Devrim, 6-7 Eylül ve futbol kulüpleri

Pasif devrim, kitlelerin öz örgütlenmelerinin tasfiye edildiği, değişimin ise yukarıdan, devletin kendi iç dengeleri üzerinden yönetildiği bir süreçtir.

Bürokrasi içindeki çatışmalar ve pazarlıklar, toplumsal taleplerin yerini alır; sendikalar ve kitlesel örgütlenmeler bastırılırken, dönüşüm tek bir liderin ya da dar bir yönetici çekirdeğin kararlarıyla şekillenir.

Türkiye’de Rum ve Ermeni halklarının üzerindeki baskı, nüfusun yurt dışına kaçırtılması, ülke içindeki haklarının kısıtlanması, bu toplumları daha da içine kapalı bir hale getirmekteydi. Varlık Vergisi gibi uygulamalarla, Hıristiyan ve Yahudilere, olan baskı sürdürülmüştü.

Soykırımın ve bu tür baskıların anlaşılması, bireyin kendi algısı, bilinci ve potansiyelinin aşabilen noktalar olduğu için, 6-7 Eylül olaylarına giderken, Türkiye’de işçilerin ve ezilenlerin kendi örgütlenmeleri son derece asgari düzeydeydi. Sendikalar yasal olarak yasaktı ve Hıristiyanların kendi yapılanmaları sürekli kısıtlamalar ile karşılaşıyordu.

6-7 Eylül günü, saldırılara karşı bireysel olarak mağdurların yanında olan insanlar da mevcuttu. Bu gelen saldırının karşısında bu tür destekler yetersiz kalmaktaydı.

Lefter’in evine saldırı da ise, ilk defa ve uzun bir süre istisnai bir durum olarak kalacak bir eylemlilik ortaya çıkmıştı. Fenerbahce taraftarlarının oluşturduğu bir grup, Lefter’in evine gitmiş, onu savunmak için orada olduklarını belli etmişlerdi. Bir savunma grubunun nüvesi sayılabilecek bu tutum, bu tür saldırıların karşısında, örgütlü bir gücün ancak dengeyi değiştirebileceğini göstermesi bağlamında önemlidir.

Türkiye’deki katliamlar tarihinde, tam da böylesi bir savunma gruplarının eksikliğinden dolayı oldukça kanlı sonuçlar çıkmıştır.

Troçki’nin daha önce işçi sınıfının kazananı olarak gösterdiği spor kulüplerinin bir anlamda önemini ortaya çıkaran kısa bir moment olmuştur. Balkan Savaşları sırasında savaş muhabiri olarak yazılar yazan Troçki, Balkanlar’daki kanın durdurulmasının yolunun bir Balkan Federasyonu’ndan geçtiğini savunuyordu. Bu düşüncenin hayata geçtiğini varsayarsak, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok halklı bir federasyon olarak dönüşümünü başarabilmesi durumunda Lefter’in “Rum” kimliği nedeniyle maruz kaldığı pek çok kötü muamelenin de ortadan kalkabileceği açıktır. Türkiye’ye, yalnızca siyasetle ilgilenmemesi şartıyla giriş izni verilen ve tüm İstanbul sürgün yılları boyunca yakın gözetim altında tutulan Troçki’nin fikirleri ülkede uzun bir süre tanınmamış kalsa da, Büyükada için durum farklıydı; Troçki, dünya siyasetinin önemli bir figürü olarak adalıların gündelik yaşamında bir dünyaca ünlü hemşeriye dönüşmüştü.

Soykırım ve katliamlar çalışmaları, eğer siyasi ve sınıfsal güç dengeleri, bunların taktik ve stratejik durumlarını ele almaz ise, bunlar son aşamada, insanın karşı koyamayacağı ve önleyemeceği bir doğa olayına dönüşür.

Tam da bunları yapanların isteği de budur, katliamın toplumun geneline kabul ettirmek, herkesin bunların aktif katılanı gibiymiş gibi, iklimi oluşturmak.

Halbuki bu tür olaylar, sınıfın ve geniş kitlelerin örgütsüz bırakılması, katil sürülerin ganimet hırsına ve nefretine dayanarak saldırğanlaşması sürecidir. Karşı gelenleri en fazla bireyselliği içinde bırakırlar ve trajediyle ve ufak kahramanlıklarla baş başa kalırız en sonunda. Günlük siyasette bile iktidar partisi kendi gerici aile ve LGBTİ+ siyasetini, halkın tümünün değerleri diye insanlara dayatmaya çalışmaktadır. (Aynı mantığın unsurlarını görebiliriz burada). Siyasi hesaplaşmaya girmek, soykırım ve katliamların nasıl bir daha oluşmaması için de elzemdir ayrıca.

Troçki’nin ayak bastığı Büyükada ve İstanbul nüfusu bir değişimin içindeydi. Alman faşizmine karşı yazdığı, faşist güruhların saldırılarına karşı, taktik ve strateji önerileri, bu fikirleri kaleme alındığı ülkede uzun süre bilinmedi.

Küçük bir adada yaşadıkları için, teyzesinin Troçki’nin aşcısı olması vesilesiyle ve Troçki’nin ada ahalisinin ve bilhassa çocuklarının ilgisini çeken dünyaca tanınmış bir şahıs olarak Lefter’in onu görmüş olasılığı çok yüksek.

Lefter’i Büyükada’da tutan, Troçki’yi aynı adaya çeken ve her ikisini de kendi dönemlerinin toplumsal çatışmalarının merkezine yerleştiren dinamikleri birlikte düşünmek, hem adanın hem de Türkiye tarihinin bu kritik dönemine yeniden bakmamızı mümkün kılıyor.

Son olarak, Türkçe dizi ve film sektörüne küçük bir not düşmek gerekiyor: Yaşamlarını anlattığınız insanların dillerini sahneden silmeyin; bırakın karakterler kendi anadilleriyle konuşsun. Lefter filminde gördüğümüz gibi, bu hem mümkün hem de hikâyeyi daha sahici kılıyor.

Vartan Halis Yıldırım

 

[1] https://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1932-ger/next01.htm

[2] Bkz., Alexandris, Alexis. The Greek Minority of Istanbul and Greek–Turkish Relations (1918–1974)., s.134

son yazıları

COP30 BM İklim Zirvesi bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı
Hanzala: Filistin direnişinin sembolü, direnişin sessiz ve mahzun tanığı
Başka bir dünyanın ihtimali: Alman devrimi

ilginizi çekebilir

6bd1f2fa1ea906adc8e349400e44c4a9a229aba5e18cbd26e294908781187603
COP30 BM İklim Zirvesi bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı
1354917-130413592
Hanzala: Filistin direnişinin sembolü, direnişin sessiz ve mahzun tanığı
Kiel-1918_Reiß_Kiel-Museum
Başka bir dünyanın ihtimali: Alman devrimi