Savunulan bu pozisyonun gerçekte nasıl yankılanacağını düşünelim. Temiz enerjiye geçiş, gerçekten de genel anlamda istihdam yaratılmasını sağlayan önemli bir itici güç olsa bile fosil yakıt endüstrisinin aşamalı şekilde ortadan kaldırılmasının, halihazırda bu endüstriye bağımlı işçiler ve topluluklar için kaçınılmaz kayıplar oluşturacağı da doğrudur. Kapsayıcı adil geçiş politikalarının yokluğunda, bu işçiler ve toplumlar gerçekten de işten çıkarmalarla, gelirlerin düşmesiyle ve okulları, sağlık kliniklerini ve kamu güvenliğini desteklemek amacıyla kullanılan kamu sektörü bütçelerinde azalmayla karşı karşıya kalacaktır. Kapsayıcı adil geçiş politikalarına yönelik sıkı taahhütler sağlanmadan, bu işçilerin ve toplulukların önemli kısmının fosil yakıt endüstrisinin kademeli şekilde kapatılmasına şiddetle karşı çıkmasına şaşırmalı mıyız?
Bu işçiler ve topluluklar için uygulanabilir bir adil geçiş programında, ilk olarak merhum büyük işçi hareketi ve çevre lideri Tony Mazzocchi tarafından geliştirilen çerçeveden yola çıkılmalıdır. Mazzocchi “adil geçiş” terimini ilk ortaya atan kişidir. Nükleer santrallerin ve ilgili tesislerin kademeli şekilde kapatılmasına dair 1993’te şunları yazmıştı:
İnsanlara bir tür ekonomiden diğerine geçmeleri için ödeme yapmak refah değildir. Dünyaya ihtiyaç duyduğu enerji ve malzemeleri sağlamak için her gün zehirli maddelerle çalışanlar… hayata yeni bir başlangıç yapmaları için bir yardım elini hak ediyor.
Bir dizi kapsayıcı adil geçiş politikasını tam olarak nelerin şekillendireceğini Mazzocchi’nin bu perspektifinden yola çıkarak belirlememiz lazım. Öncelikle işçiler açısından en temelde bu tür politikaların amacının, yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı onları gerçekten korumak olması gerektiğini savunuyorum. Bunun başarılması için adil bir geçiş politikasının kritik bileşenleri işçiler açısından üç tür garanti içermelidir: 1) yeni bir iş garantisi; 2) yeni işlerinde, fosil yakıt endüstrisinde önceden çalıştıkları işten kazandıklarıyla en azından kıyaslanabilir düzeyde bir ücret garantisi; 3) işverenlerinin ticari faaliyetlerinin kademeli şekilde sonlandırılmasına bakılmaksızın, emekli maaşlarının bozulmadan kalacağı garantisi. Adil geçiş politikaları, yerinden edilen işçileri iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme konularında da desteklemelidir. Bu destek biçimleri önemlidir ama sadece tamamlayıcı olarak görülmelidir. Zira bunlar tek başına, işçileri fosil yakıt endüstrisinin aşamalı kapatılmasından kaynaklanan yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı koruyamaz.
Başlıca yüksek gelirli ekonomiler arasında, çalışanlar için adil geçiş politikaları yakın zamanda AB, Almanya ve bunlara kıyasla daha az oranda Birleşik Krallık’ta (BK) hayata geçirildi. ABD, Japonya ve Kanada’daysa bu tür girişimler halen proje aşamasında. Ancak Almanya, BK ve AB örneklerinde bile bu politikalar çoğunlukla iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme desteği alanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Diğer bir deyişle bu örneklerin hiçbirinde çalışanlara ihtiyaç duydukları güvenceleri sağlayan politikalar hayata geçirilmemiştir.
Adil geçiş politikalarına yönelik en somut taahhütler, AB Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ortaya konmuştur. Nitekim Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, “AB Yeşil Mutabakatı’nın herkesten tam destek almasını ve gerçeğe dönüşmesini sağlamak için kömür madenciliği bölgeleri ve buna benzer yerler gibi Avrupa’nın en çok etkilenen bölgeleriyle dayanışma göstermeliyiz” demiştir.
Bu amaç doğrultusunda Avrupa Komisyonu, Ocak 2020’de bunları geniş kapsamlı ilkelerden anlamlı somut politika taahhütlerine dönüştürmek için Adil Geçiş Fonu’nu kurmuştur. Öte yandan bugüne kadar, söz konusu programların kapsamı ve finansman seviyesi, Timmermans’ın belirlediği “Yeşil Mutabakat’ın herkesten destek almasını sağlama” hedefine ulaşmak için yeterli düzeye ulaşamadı. Adil Geçiş Fonu’nunda özellikle yerinden edilen işçilere yönelik verilecek desteğin kapsamı beceri geliştirme, yeniden eğitim sağlama ve iş arama yardımıyla sınırlıdır. Fon, yerinden edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalacak işçiler için en önemli destekler arasında yer alan yeniden istihdama, ücret seviyelerine ve emekli maaşlarına ilişkin taahhütlere dair herhangi bir hüküm içermiyor.
Çok daha sağlam bir adil geçiş programının neye benzeyeceğine dair fikir sunması için, çalışma arkadaşlarımla ABD’deki 8 eyalet, genel olarak ABD ekonomisi ve son olarak da Güney Kore için örnek programlar geliştirdim. Şimdilik ABD’nin fosil yakıtlara en bağımlı eyalet ekonomilerinden birine sahip Batı Virginia’ya odaklanmak faydalı olabilir. Bu özelliği nedeniyle Batı Virginia, kapsayıcı bir adil geçiş programının uygulanması için epey zorlu bir ortam sunmaktadır.
Batı Virginia’nın adil geçiş politikalarının tüm eyaleti kapsayacak genel bir Yeşil Yeni Düzen programının bileşeni olması çok önemli. Söz konusu genel program kapsamında, fosil yakıt üretimi 2030 itibarıyla yüzde 50 oranında düşürülecek ve temiz enerji yatırımları, eyaletin genel enerji arzındaki farkı kapatacaktır. Batı Virginia’daki temiz enerji yatırımlarının 2030’a kadar eyalet genelinde ortalama 25 bin kişilik istihdam yaratacağını öngörüyoruz.
Peki eyaletin fosil yakıt endüstrisinin kademeli şekilde kapatılmasından kaynaklanan iş kayıpları ne olacak? Halihazırda Batı Virginia’nın fosil yakıt endüstrisinde ve yan sektörlerinde yaklaşık 40 bin kişi çalışıyor. Bu rakam, Batı Virginia’daki toplam işgücünün yaklaşık yüzde 5’ini oluşturuyor. Fakat 40 bin çalışanın tamamının işlerini hemen kaybetmeyeceğini anlamak çok önemli. Bunun yerine fosil yakıt üretiminin yüzde 50 oranında azaltılmasıyla 2030’a kadar yaklaşık 20 bin kişilik istihdam kapasitesi aşamalı şekilde ortadan kalkacak. Bu da yılda ortalama 2 binden biraz daha fazla iş kaybına denk geliyor. Bununla birlikte söz konusu alanlarda çalışan işçilerden her yıl yaklaşık 600’ünün gönüllü olarak emekli olacağını da tahmin ediyoruz. Bu da her yıl 1400 kişinin, yani eyaletteki toplam işgücünün yüzde 0,2’sinin, işini kaybedeceği anlamına geliyor. Tüm bu süreçte eyalet genelinde bir yandan da temiz enerji dönüşümü sayesinde yaklaşık 25 bin kişilik yeni istihdam yaratılacak.
Kısacası her yıl yerinden edilmeyle karşı karşıya kalan 1400 çalışan için çok sayıda yeni iş fırsatı olacak. Bu çalışanlara, mukayese edilebilir ücret seviyelerinin ve bozulmamış emekli maaşlarının yanı sıra gerektiğinde yeniden eğitim, iş arama ve yer değiştirme desteği sağlamanınsa işçi başına yılda yaklaşık 42 bin dolara mal olacağını öngörüyoruz. Bu da yılda ortalama yaklaşık 143 milyon dolara denk geliyor. Söz konusu rakam, Batı Virginia’nın gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) neredeyse yüzde 0,2’sine eşit. Uzun lafın kısası fosil yakıt sektöründe işini kaybeden tüm çalışanlar için kapsayıcı adil geçiş politikalarının uygulanması, Batı Virginia gibi büyük ölçüde fosil yakıta bağımlı bir eyalette bile kesinlikle yüksek maliyet yükü yaratmayacaktır.
İncelediğimiz diğer 7 eyalet içinse mukayese edilebilir adil geçiş programlarının maliyetleri, eyaletlerin GSYİH’sinin yüzde 0,001 ile 0,02’si arasında değişmektedir. ABD ekonomisinin genelinde de adil geçiş programının maliyetleri, GSYİH’nin yaklaşık yüzde 0,015’ine tekabül edecektir. Bu da genel ekonominin büyüklüğüne kıyasla düşünüldüğünde, Batı Virginia’daki programın maliyetinin onda biri ila yirmide birine denk geliyor. Yani çalışanlara sağlam bir geçiş desteği sağlanması, ABD ekonomisi için üç beş kuruşa mal olacak. Diğer yüksek gelirli ekonomilerde de benzer şekilde güçlü adil geçiş programlarının karşılaştırılabilir sonuçlar doğuracağı neredeyse kesindir.
Şimdi de toplulukların geçiş süreçlerini ele alalım. Aslında halihazırda fosil yakıt endüstrisine bağımlı topluluklar, endüstrinin kapatılmasına uyum sağlamakta büyük zorluklarla karşılaşacak. Aynı zamanda Batı Virginia örneğinde de açıkladığım gibi, fosil yakıt endüstrisindeki düşüşün, temiz enerji ekonomisinin hızla genişlemesiyle birlikte gerçekleşecek olması kritik önem taşımaktadır. Bu, etkili toplumsal dönüşüm politikalarının ilerletilmesi için destekleyici bir temel sağlayacaktır.
Bunun önemli bir örneği, başta rüzgar ve güneş enerjisi dahil temiz yenilenebilir enerji kaynaklarının Alaska’nın uzun süredir var olan kapsamlı mikro enerji şebekesi altyapısına entegre edilmesidir. Mikro şebeke, yerelleştirilmiş bir elektrik şebekesidir. Bu şebekeler 1960’lardan beri büyük ölçüde dizel jeneratörlere bağımlıydı. Ancak 2005’ten bu yana yenilenebilir enerji, dizel yakıta karşı giderek daha önemli bir alternatif haline geldi. Alaska Enerji ve Güç Merkezi, 2015 itibarıyla bu gelişmeyi şu şekilde tanımladı:
Son 10 yılda, enerji bağımsızlığı isteğini karşılamak ve sağlanan gücün maliyetini düşürmek için yenilenebilir enerji üretimine yapılan yatırım önemli ölçüde artmıştır. Dünyada yenilenebilir enerjiye sahip mikro şebekelerin halihazırda yaklaşık yüzde 12’sinin yer aldığı Alaska’daki mikro şebekelerin 70’ten fazlası, aralarında küçük hidroelektrik, rüzgar, jeotermal, güneş ve biyokütle santrallerinin bulunduğu, şebeke ölçeğinde yenilenebilir enerji üretimine sahiptir.
Başta Avustralya, Almanya ve ABD’de gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de kullanılmayan kömür madenlerinde pompaj depolamalı hidroelektrik sahalarının oluşturulmasıdır. 2022 sonlarında Wall Street Journal’da yayımlanan bir haberde şu ifadelere yer verilmişti:
Sera gazı emisyonlarının artmasına neden olan madencilik faaliyetleri yakında bu emisyonların azaltılmasını da sağlayabilir. Dünyanın dört bir yanında şirketler, pompaj depolamalı hidroelektrik diye bilinen yüzyıllık bir teknolojiyi kullanarak, eski madenleri yenilenebilir enerji jeneratörlerine dönüştürmeye çalışıyor. Halihazırda birçok ülkede enerji üretimi yöntemlerinin parçası niteliğindeki bu teknoloji, enerjisini su ve yerçekiminden sağlayan dev bir batarya gibi çalışıyor. Enerji arzının bol olduğu zamanlarda su yokuş yukarı bir rezervuara pompalanıyor. Elektrik talebi yüksek olduğunda veya diğer enerji türlerinde kıtlık yaşandığındaysa su buradan bırakılıyor ve hidroelektrik enerji üreten türbinler aracılığıyla yokuş aşağı akıyor. Son etapta da su tekrarlanan bir döngüde yeniden yokuş yukarı pompalanmak üzere tutuluyor. Uzmanlar, yerüstü ve yeraltı madenlerinin su rezervuarı oluşturma potansiyeli taşıdığına dikkat çekerek, bu tür tesislerin sıfırdan inşa edilmesine kıyasla söz konusu sistemin daha az çevresel etkiyle ve ön maliyetle geliştirilebileceğini söylüyor.
Genel anlamda fosil yakıtlara bağımlı toplulukları, tam da bu topluluklarda yenilikçi temiz enerji projeleri geliştirerek tekrar canlandırmak için birçok fırsat mevcut. Biden yönetiminin, aslında ABD’deki temiz enerji yatırım projelerinin finansmanıyla ilgili olan Enflasyonu Düşürme Yasası, bu tür projeler için büyük ölçekli finansman sağlamaktadır. Kongre’deki Cumhuriyetçilerse doğal olarak bu tür fonları saçma sapan ve nihayetinde insaflı şekilde sonuçlanan borç tavanı tartışması üzerinden iptal etmeye çalıştı. Neyse ki başarısız oldular.
Polychroniou: Gezegenin hayatta kalmasının tek yolu fosil yakıtlardan uzaklaşıp temiz enerjiye yönelmekse iklime dair adımlar nihayetinde küresel çapta koordine edilmelidir. Dünya zengin ve yoksul ülkeler arasındaki büyük farklarla bölünmüş durumda olduğuna göre, küresel adil geçişlerin gerçekleşmesi için neler gerekli ve ne tür yeni güç ilişkilerinin yaratılması lazım?
Pollin: Öncelikle sadece zengin ülkeler için geçerli olan, iklimi istikrarlı hale getirmeyi amaçlayan uygulanabilir bir programın olmayacağını açıklığa kavuşturalım. Her gelişmişlik düzeyinden ülkenin 2050’ye kadar emisyonlarını sıfıra indirmesi gerekiyor. Halihazırda Çin, ABD ve AB’nin küresel çapta toplam karbondioksit salımının yüzde 52’sini oluşturduğu doğrudur. Ancak bu aynı zamanda Çin, ABD ve AB’nin salımları mucizevi şekilde yarın sıfıra düşse bile küresel emisyonların sıfıra indirilmesinde yolun yarısından biraz daha fazlasını kat etmiş olacağımız anlamına da geliyor. Dahası Hindistan ve Endonezya gibi büyük ve hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomiler, bu büyümelerini fosil yakıt ağırlıklı bir enerji altyapısıyla desteklemeyi sürdürürlerse Çin, ABD ve AB’nin salımları gerçekten sıfıra inse bile 2050’ye kadar küresel emisyonları bugüne kıyasla hiç azaltmamış olacağız. Mesele şu ki, en geç 2050’ye kadar sıfır emisyon hedefine gerçekten ulaşacaksak her ülke bunda büyük önem taşıyor.
Bu nedenle Yeşil Yeni Düzen programının kapsamının küresel olması gerektiğini kabul edersek, yukarıda yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığım işçi ve toplum açısından adil geçişler, düşük gelirli ekonomiler için de aynı derecede, hatta daha fazla geçerlidir. Öncelikle temiz enerji yatırımına geçiş programları, yüksek gelirli ekonomilerde olduğu gibi düşük gelirli ekonomilerde de istihdam yaratılmasında önemli bir itici güç olacaktır. Örneğin, çalışma arkadaşlarımla birlikte yaptığımız bir araştırma, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi yerlerde temiz enerji ekonomisi yaratmanın, belirli bir harcama düzeyi için bu ekonomilerin mevcut fosil yakıt ağırlıklı enerji altyapısını sürdürmekten iki ila üç kat daha fazla istihdam yaratacağını ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu ekonomilerde fosil yakıtların kademeli şekilde bırakılması, fosil yakıt endüstrisine bağımlı işçiler ve topluluklar için de kayıplara neden olacaktır. Bu işçiler ve topluluklar, yukarıda ABD ve diğer yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığımıza benzer bir adil geçiş desteğine ihtiyaç duyacaktır.
Şu soruyu sormamız lazım: Düşük gelirli ülkelerde Yeşil Yeni Düzen’in maliyetini kim karşılayacak? Bunun gezegenin hayatta kalması için temel bir mesele olduğunu ve birilerinin maliyetleri karşılaması gerektiğini kabul ederek işe başlayabiliriz. O halde bu maliyetleri kimin karşılayacağına, ne kadar ödeme yapılacağına ve bunların hangi finansman kanallarıyla gerçekleştirileceğine dair adil ve uygulanabilir standartları nasıl oluşturmalıyız?
Burada iki nokta çok önemli. Birincisi, aralarında ABD, Batı Avrupa, Japonya, Kanada ve Avustralya’nın da yer aldığı dünyanın yüksek gelirli ülkeleri, kapitalizm altında endüstriyel gelişimin ilk aşamalarından başlayarak, atmosferi sera gazı salımıyla doldurmaktan ve iklim değişikliğine yol açmaktan birincil derecede sorumludur. Dolayısıyla küresel Yeşil Yeni Düzen’in finansmanından da öncelikli olarak bu ülkeler sorumlu tutulmalıdır. İkincisi, bu tarihsel perspektiften günümüze baktığımızda, tüm ülkelerdeki ve bölgelerdeki yüksek gelirli kişilerin halihazırda herkesten çok daha fazla karbon ayak izine sahip olduğunu görüyoruz. Oxfam’ın 2020’de yaptığı çalışmada ortaya konduğu üzere, örneğin küresel nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimindekilerin ortalama karbon ayak izi, genel küresel nüfusun ortalama emisyon seviyesinden 35 kat daha fazladır.
Dolayısıyla asgari düzeyde adil koşullar sağlanması adına, yüksek gelirli ülkeler ve yüksek gelirli kişiler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, küresel bir temiz enerji dönüşümünün ön maliyetlerinin çoğunu karşılamalıdır. Aynı zamanda bu ön maliyetlerin birer yatırım olduğunu da unutmayalım. Bugün fosil yakıtlara ve nükleere kıyasla halihazırda daha düşük seyreden ve düşmeye devam eden ortalama fiyatlarla yüksek verimlilik ve bol miktarda yenilenebilir enerji sağlayarak, aslında bu yatırımlar zaman içinde kendi kendilerini finanse edecektir.
Ancak yine de düşük gelirli ekonomilere verilecek yatırım fonlarını daha önce görülmemiş bir hızda ve ölçekte bir an evvel seferber etmek gerekiyor. Çeşitli açıklamalara ve taahhütlere rağmen özel sektördeki kapitalistlerin bunu kendi başlarına yapmayacaklarını daha şimdiden görüyoruz. Noam’ın da yukarıda tanımladığı gibi, özel sermayedarlar daha ziyade gelişen ekonomilerde temiz enerjiye yapılacak yatırım planlarının kamu kuruluşları tarafından “riskten arındırılmasını” bekliyor. Noam’ın söylediklerini özetleyecek olursak bu, özel sektördeki yatırımcıların yatırım yapmak için kamu kuruluşlarından büyük sübvansiyonlar alması fakat yatırımlar karşılığını verdiğinde tüm kârı cebe indirmesi anlamına geliyor. Sübvansiyonları dağıtan kamu kuruluşları arasında bu yatırımcıların yaşadıkları zengin ülkelerin hükümetlerinin yanı sıra yatırım yapabilecekleri düşük gelirli ülkelerin hükümetleri ya da Dünya Bankası veya IMF gibi uluslararası kamu yatırım kuruluşları yer alabilir.
Zengin ülkelerin hükümetlerinin, yoksul ülkelere iklimle ilgili yıllık 100 milyar dolar destek sağlamak için 2009’da verdikleri sözü yerine getirmedikleri de bir gerçektir. 2015-2020’de 35 yüksek gelirli ülke, yılda ortalama 36 milyar dolar sağlayacağını bildirmişti. Bu da yıllık 100 milyar dolarlık taahhüdün sadece üçte birine denk geliyor. Dahası ülkelerin neredeyse her şeyi “iklim finansmanı” diye gösterebildiği dikkate alındığında, bu düşük rakam bile zengin ülkelerin sağladığı iklim finansmanının gerçek seviyesini olduğundan fazla gösteriyor. Reuters’ın 1 Haziran’da yayımladığı haberde şu ifadelere yer verilmişti:
İtalya, bir perakendecinin Asya genelinde çikolata ve dondurma mağazaları açmasını sağladı. ABD, Haiti’de bir kıyı otelinin genişletilmesi için kredi verdi. Belçika, Arjantin’deki yağmur ormanlarında geçen bir aşk hikayesini anlatan Kızıl Topraklar (La Tierra Roja) filmini destekledi. Japonya ise Bangladeş’te yeni bir kömür santralinin inşaatını ve Mısır’da bir havaalanının genişletilmesi için yapılan çalışmaları finanse ediyor…
Bir kömür santrali, bir otel, çikolata dükkanları, bir film ve bir havaalanının genişletilmesi küresel ısınmayla mücadeleye yönelik çalışmalar gibi görünmese bile bunları finanse eden hükümetler, söz konusu yatırımları BM’ye bu şekilde bildirdiği gibi yapılan yatırımları da taahhüt ettikleri toplam bağıştan düştüler.
Bu meseleyle ilgili ciddi bir takip sistemi oluşturulmasının, önemli mali kaynakların gelişen ekonomilerdeki meşru iklim projelerine aktarılmasını sağlamak için gerekli bir adım olduğu açıktır. Düşük gelirli ülkelerdeki kamu yatırım bankalarının, ekonomilerinde belirli yatırım projelerinin geliştirilmesinde birincil kanallar olarak hizmet vermesi de kritik önem taşıyacaktır. Kamu yatırım bankaları, hem kamudaki hem de özel sektördeki temiz enerji projelerinin yanı sıra kamunun ve özel sektörün birlikte yer aldığı karma projelerin finansmanını da yönetmelidir. Herhangi bir düşük gelirli ülkedeki (ya da herhangi bir yüksek gelirli ülkedeki) belirli bir projede kamu ve özel mülkiyet arasında en iyi karışımın ne olması gerektiğini bilemeyiz. Dogmatik davranıp aksini iddia etmenin anlamı yok. Ancak ne olursa olsun özel firmaların 40 yıllık neoliberalizm altında kazandıkları oranlarda kâr etmelerine izin vermenin makul olmadığını kabul ederek adım atmalıyız. Eğer özel firmalar temiz enerji yatırımlarını desteklemek için büyük kamu sübvansiyonlarını kabul etmekten memnunsa, o zaman kârlılıkları üzerindeki sınırları da kabul etmeliler. Örneğin ABD’deki özel elektrik hizmetleri sektöründe bu tür düzenleyici ilkeler rutin haline gelmiştir. Benzer standartlar dünyanın tüm bölgelerinde kolaylıkla oluşturulabilir.
https://truthout.org/articles