Karar Gazetesi’nde yayımlanan Ulvi Saran imzalı yazı, kamu çalışanlarını hantal, düşük verimli, çalışıyormuş gibi görünen, vaziyeti idare eden, göstermelik, figüran rolünde “iş bıraksa fark etmez”, sayıları fazla ve ayrıca “devletin kucağına oturmuş” gibi eril söylemler de kullanarak emeğini küçümsemiş ve onları değersizleştirmiştir. Yazıda PTT dağıtımı, eğitim sistemi, sağlık hizmetleri, belediye işleri ve kamu çalışanları hedef alınmış; sanki bu hizmetler olmadan toplum ayakta kalabilir gibi yanlış bir tablo çizilmiş, kamu çalışanları devletin sırtında bir yük olarak tanımlanmıştır. Kamu çalışanlarının toplu sözleşme döneminde buna benzer emek düşmanı söylemlerin özellikle bu toplu iş sözleşmesi (TİS) sürecinde arttığını görüyoruz.
Kamu çalışanlarını “hantal”, “yük” gibi göstermeye çalışanlara en net yanıtı sahadan, alınterinden, emeğimizden verelim. Kamu hizmetlerinin aksamasının sorumlusu bizler değil; aksine yıllardır sosyal harcamaların küçültülmesine, bütçenin halkın ihtiyaçlarına değil sermayenin çıkarlarına ayrılan politikaları üreten, iktidarlar sorumludur.
Kamuda sorun varsa, bu sorun memurun çokluğu değil, kamunun kasıtlı olarak daraltılması ve bütçeden aldığı payın kısılmasıdır. Sağlıkta, eğitimde ve yerel yönetimlerde yaşanan krizlerin nedeni devletin “tasarruf” politikalarıdır. Biz, tüm özverimizle, sınırlı imkanlara rağmen toplumun en temel kamu hizmetlerinin giderilmesi için çalışıyoruz. Geçen eğitim- öğretim yılının başında okullara temizlik işçisi vermediklerinden haberi var mı acaba sayın Saran’ın? O küçümsediği sendikalar, veliler, çalışanlar ortalığı birbirine katınca, bakanlık uygulamayı geri çekti. Bütçe ayrılmazsa, temizlik personeli yollanmazsa, öğrencilerimiz kirli tuvaletlerde, tozlu sınıflarda hastalıklarla boğuşarak eğitim görmek durumunda kalıyor. Neden kadrolu temizlik personeli atanmıyor? Neden okullar bunu velilerin paralarıyla kendi imkanları ile çözmek durumunda. Hani personel fazlalığı vardı?
İlkokullarda beden eğitimi, müzik, görsel sanatla gibi gerekli araç, gereçler ve ilgili donanımlar, bu alanlarda uzman öğretmenler ne yazık ki çoğu devlet okulunda yok. Bu alanda öğretmen ataması bir gereklilik. Binlerce öğretmen atanmayı bekliyor. Bu dersler sadece oyun oynamak, şarkı söylemek, resim yapmak için değildir. Çocukların beden gelişimi, müzik kulağı, ritm duygusu, el-göz koordinasyonu gibi özel alanlarda bilimsel bilgi ve teknik gereklidir. Beden eğitimi dersi öğrencinin yaşına, fiziksel kapasitesine uygun olmalıdır. Ayrıca bu derslerde öğrencilerin yetenekleri erken yaşta fark edilir. Uzman öğretmenler pedagojik yöntemleri kullanarak öğrenciyi destekler. Eğer uzman öğretmenler bu derse girmezse öğrenciler bu alanlarda geride kalır, bu da eğitimde fırsat eşitsizliği yaratır. Sayın Ulvi Saran’ın o çok övdüğü özel okullar hep şampiyon olur. Peki neden bu alanlara öğretmen atanmıyor? Hani fazlalık vardı. Çoğu devlet okulunda spor salonu bile yok. Asfalt okul bahçelerinde ne bir voleybol filesi, ne bir basketbol potası var. Yeri geliyor sınıfı temizliyoruz, yeri geliyor kendi cebimizden okula aç gelen, kahvaltı yapmayan, beslenme çantası boş olan öğrencilerimizi kendi ellerimizle besliyoruz. Size çok romantik gelebilir Sayın Saran ama tam da gerçeklik bu. Eğitim alanında personel yetersizliği angarya işlere dönüşüyor. Tüm yükü sırtlanan kamu emekçileri. Bizler yeri geliyor tüm imkansızlıklarla yoktan var ederek bu açığı kendi yaratıcılığımızla çözmeye çalışırken diğer taraftanda bu talepler için nitelikli hizmet için sendikalarımız aracılığıyla mücadele ediyor , iktidara taleplerimizi haykırıyoruz.
Zorbalık meselesine gelince, okullardaki psikolojik danışman ve rehber hizmetlerini yapan rehberlik öğretmenleri sayısı geçtiğimiz yıllarda çıkarılan yönetmelikle her okula bir öğretmen düşecek şekilde azaltıldı. Rehber öğretmenler ikinci bir okulda daha görevlendirilmekte.
Bu neden kaynaklanıyor? Öğretmen yetersizliğinden. Bazı illerde 500 öğrenci başına bir öğretmen düşmekte. Milli Eğitim norm kadroları belirlerken genellikle siyasi veya bütçe odaklı bakarve gerçek iş yükünü dikkate almadan planlamasını yapar. 500 öğrenciye tek bir rehber öğretmenin bakması mantıksız ve pratikte imkânsızdır. Rehber öğretmenleri tek başına bu ihtiyaçları sağlıklı şekilde karşılayamaz, bu durum sürdürülebilir değil ve ayrıca bazı PDR öğretmenlerinde tükenmişlik de yaşanmakta. Toplumun tüm kurumlarında sosyal medyasından, aileye, güç ilişkilerinden suç örgütlerine, şiddet kültürüne kadar çok katmanlı olan bu sorunun çözümünü okullarda canla başla çalışan bir kamu çalışanına bağlamak da, bu sorumluluğu asıl yerine söyleyemeyenlerin en kolay kaçışıdır. Diğer meselelerde de olduğu gibi.
Bir de işin yeni mezunlara ve yeni kadrolara neredeyse kapalı olacak kadar küçülmesi sorunu var. Binlerce öğretmen adayı üniversitelerden mezun olup ihtiyaç olan yerlere atanmayı bekliyor. Atanamayan genç öğretmen adaylarının intihar haberlerini okuyoruz. İçimiz yanıyor. Ancak okullaşma oranına göre kadrolu öğretmen atamaları hala yetersiz. Hala öğretmen ihtiyacı var. 86 bin ücretli öğretmenle bu açığı kapatmaya çalışıyor sistem. Açlık sınırının altında çalıştırılarak, sosyal güvencesi olmadan mutsuz, geleceksiz öğretmenler sınıfa girip ders işlemeye çalışıyor. 2025 yılı için Milli Eğitim Bakanlığı sadece 25 bin öğretmen alacağını açıkladı. Halbuki 86 bin ücretli öğretmen çalıştığına göre demek ki sektörde bir açık var.
Yıllardır eğitime bütçenin arttırılması için mücadele eden başta Eğitim Sen olmak üzere kamu emekçileri ve sendikalar çok zorlu süreçlerden geçerek, sendikalarını kurdu. Grev hakkı ve gerçek anlamda bir toplu sözleşme sürecini henüz kazanamasalar da bunun için de mücadeleye devam ediyorlar. TİS sürecinin mizansene dönüşmesinin nedeni şimdiye kadar yapılan 7 sözleşmenin de hükümetin verdiği sadaka zammına imza atan, sendika yöneticilerinin teslimiyetidir. Doğru olan mücadeleci olan, grev yapan hakkını alan sendikacılıktır.
Ulvi Saran yazısında memurların grevini küçümseyip, “Memur iş bıraksa ne olur ki, hangi sektör çöker?” diye soruyor. Bu sorunun kendisi bile memurların toplumsal ağırlığını ispatlıyor. Çünkü bu ülkenin eğitimi, sağlığı, adaleti, iletişimi, ulaştırması memurların emeğiyle ayakta duruyor. Öğretmen derse girmese milyonlarca öğrenci eğitiminden geri kalır, halbuki eğitim süreklidir. Öğrenciler hergün okullarına akranlarıyla beraber birçok nedenden dolayı ( uluslararası çocuk hakları sözleşmesi, sosyal, psikolojik, duygusal ve tabii ki akademik nedenlerle) gelmek zorundadır. Bu rutin bozulduğunda zincirin halkaları kopar, en önemlisi öğrenciler eşitlikten mahrum kalır. Milli eğitim teşkilatı grev yapıp işe gelmese, öğrencilerin durumunda ne değişecek? Tümden eğitimsiz ve cahil mi kalacaklar? Bu yaklaşım hem haksız hem de tehlikelidir. Birincisi, okulların işlevini sadece sınav hazırlığına indirgemek, milyonlarca öğrencinin her gün aldığı temel eğitimi, sosyal gelişimini, değerler eğitimini görmezden gelmektir. İkincisi de dershaneler, etütler, özel dersler yalnızca bir kesime hitap edebilir; ama her çocuğa eşit ve ücretsiz eğitim hakkını sağlayan tek kurum devlet okullarıdır. Ulvi Saran’ın öğrenci derse girmezse ne olur gibi, olayı basitleştiren ve tabii ki ortadaki emeği değersizleştiren açıklaması aslında eğitimi özelleştirmenin ve parası olanın hakkı haline getirmenin ideolojik kılıfıdır. Kamu okulları bilinçli olarak ihmal ediliyor, özel okullar göklere çıkarılıyor. Oysa özel okul mantığı eşitsizlikten başka bir şey üretmez. Parası olan çocuğunu özel okula gönderiyor, olmayan kamu okulu da kaderine terk ediliyor. Sonra da “kamu okulları başarısız” deniyor. Halbuki sorun kamuya ayrılmayan bütçede ve eğitim politikalarında. Kamu okulları olmasa toplum tümden cahil kalmaz, ama toplum ikiye bölünür: Parası olanın eğitim alabildiği, olmayanın ise dışlandığı bir düzen kurulur. Ve işte tam da bu, “zorbalığın” en büyüğüdür.
Ayrıca özel okullarda çalışan öğretmenlerin de birçok sorunla baş etmeye çalıştığını biliyoruz. Özel okul öğretmenleri de örgütleniyor, sendikalarını kuruyor ve grev örgütlüyor. Aklın yolu bir.
Sadece eğitim alanı değil, sağlıkta da durum aynı. Bugün milyonlarca insan randevu bulamıyor, acilde saatlerce bekliyor, parasız tedavi olamıyor. Bunun sebebi doktorlar, hemşireler değil; kamuda bu hizmeti örgütleyen, yöneten ve bütçe ayırmayanlardır. Kamu hastaneleri küçültülüyor, özel hastaneler kurtarıcı gibi parlatılıyor. Sonra da çıkıp “devlette sağlık hizmeti başarısız” deniyor. Posta-kargo- lojistik alanda hizmet veren kamu emekçileri dağıtımını durdursa milyonların resmi evrakı, sosyal yardımı, ilaçları yerine ulaşmaz. Yavaşlık varsa nedeni çalışanın emeği değil; kamuya ayrılan bütçenin kısılması, personel sayısının azaltılması, kurumların bile isteye hantal hale getirilmesidir. Nüfus, tapu, adliye memuru masadan kalksa devlet mekanizması daha ilk gününde durur. Yani “memur iş bıraksa ne olur” diye soran zihniyet aslında cevabı kendi kendine veriyor: Memur olmazsa, hayat olmaz. “Çalışıyormuş gibi görünen, yegane felsefesi “vaziyeti idare etmek” olan bir topluluğun greve gitmesi, ancak “grev yapıyormuş gibi poz vermek” olur.” diyen Ulvi Saran’a cevabımız: Vaziyeti idare eden biz değiliz; bizim omuzlarımızda dönen çarklar durunca en çok rahatsız olan siz oluyorsunuz—çünkü memurun greve gitmesi, kimin gerçekten çalıştığını ortaya koyuyor.
Ayrıca kamu istihdamı üzerine objektif bir değerlendirme yapmak isteyenler OECD verilerine bakabilir. OECD ortalamasında kamu istihdamı, toplam istihdamın yaklaşık yüzde 21’ini oluştururken Türkiye’de bu oran yalnızca yüzde 12’dir. Bu, Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında en düşük kamu istihdam oranına sahip ülkelerden biri olduğunu göstermektedir. Ortada fazlalık değil, açık bir eksiklik vardır. Kamu çalışanlarının hak arayışı değil, kamunun sistematik olarak küçültülmesi ve halkın hizmetlerinin kısıtlanması asıl sorundur.
Ve gelelim yazının en çirkin kısmına: Kullanılan dil. “Katolik nikahı, devletin kucağına oturmak, sakalını çekmek ” gibi ifadeler yalnızca kaba değil, aynı zamanda cinsiyetçi. Bu söylemde devlet “erkek”, memur ise “kadın” konumuna itilmiş oluyor. Erkek-devlet güçlü, buyuran; kadın-memur bağımlı, korunmaya muhtaç, hatta küçültülen bir yerde gösteriliyor. Bu yaklaşım kadınları aşağılıyor. Bu dil cinsiyetçiliğin kaleme dökülmüş hâlidir.”
Kamu hizmetini küçümsemek, halkın kamu hizmetlerine ücretsiz erişim hakkını küçümsemektir. Sorun memurların grevi değil, kamuyu tasfiye edip özel sektöre alan açan bu zihniyettir. Ulvi Saran “pekâla istifa edip daha iyi şartlar ve daha yüksek maaşlarla özel sektörde iş bulabilirler” demiş. Tabii ki istifa etmeyeceğiz, taleplerimiz için hem kamuda hem özelde tüm emekçiler birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz. Taleplerimiz çok açık ve nettir:
- Türkiye’de kamu harcamalarına daha fazla pay ayrılmalı ve nüfusa orantılı bir şekilde kamu istihdamı artırılmalıdır.
- Kamuda sözleşmeli, geçici, ücretli personel istihdamı yerine, kadrolu ve güvenceli istihdam sağlanmalıdır.
- Merkezi idare ve yerel yönetimlerde çalışan kamu işçilerinin haklarında kayıp yaşanmamalıdır.
- Belediye şirketinde çalışan işçiler de kamu hizmeti yapmaktadır; bu nedenle tüm belediye işçileri eşit haklara sahip olmalı ve belediye şirket işçilerine kadro ve ilave tediye hakkı verilmelidir.
- İş güvencesi hakkı, tüm çalışanları kapsayan bir hak olarak yeniden düzenlenmeli ve kamu çalışanları arasındaki mali, sosyal ve özlük farklılıklar giderilmelidir.
- 5393 sayılı Belediye Kanunu’ndaki norm kadro sınırlamaları kaldırılmalıdır.
- Kamuya alımlarda torpilin, kayırmanın ve kadrolaşmanın önüne geçecek düzenlemeler yapılmalıdır.
- Belediyelerde çalışan işçiler için koruyucu ve önleyici işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri alınmalıdır.
- Belediye şirketlerinde ve kamuda güvencesiz istihdam biçimleri giderek yaygınlaşmakta, bu da hem hizmetin niteliğini düşürmekte hem de işçileri düşük ücret ve güvencesizliğe mahkûm etmektedir
Kaynak: Bu talepler DİSK’in Ocak 2025 ‘deki açıklamasından alınmıştır.