Kanal İstanbul teslimiyetçi bir yaklaşımın ürünü

05.02.2018 - 07:22
Korhan Gümüş
Haberi paylaş

Kanal İstanbul gibi bir projenin getireceği riskleri bilmek artık çok zor değil.  Benim burada cevaplandırmaya çalışacağım soru, Kanal İstanbul Projesi’nin hangi koşullarda gerçekleştiği.

Kanal İstanbul gibi mega projeler siyasetçilerin fikri değil

Bizzat Belediye (Eski) Başkanı Kadir Topbaş'ın deyişiyle “Şehrin Anayasası” olduğu söylenen, onun dışında “şehre bir çivinin dahi çakılmasının imkansız olduğu” söylenen "Çevre Düzeni Planı"nda Kanal İstanbul (ve 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kuzey Uydu Şehri, Araç Tüneli...) yok. Olmadığı gibi (her dönem Büyükşehir Belediyesi için hazırlanan “İstanbul Master Planları”nın bir devamı niteliğinde olan) bu çalışmada tam tersi söyleniyor: İstanbul’un kuzeyindeki doğal kaynakların, ormanların korunması, yapılaşmanın teşvik edilmemesi…. Ancak İstanbul’un Master Planları’nda bu mega projelerin olmaması, yatırım ve finans tröstlerinin gündeminde de olmaması anlamına gelmiyor, elbette.

Buna karşılık kamuoyuna bu projeleri sanki siyasetçiler geliştiriyor, “onların aklına gelmiş de, bu nedenle yapılıyormuş” gibi sunuluyor.

Ancak burada kamu politikalarının nasıl oluştuğuna, hangi maddi pratikler, kurumsal işleyişler içinde gerçekleştiğine bakmak gerekiyor:

Bilimsel analizler kimi zaman mevcut olan üzerinde yapılır, kimi zaman da mevcut olmayan üzerinden yapılır. Planlar, projeler bu analizler ile gerçekleştirilir.  Öngörülü olmak değil ama planlama imal edilmiş riskleri bilgi yardımıyla tanımlamaktır. Bu durumun, bugün yaşadığımız çelişkilerin de temelini oluşturması söz konusu. Bilgi, dar bir alan içinde muhafaza edilen, çoğulcu bir deneyime açılmayan, eşitsizlik yaratan bir "sermaye" oluyor. Evet, risklerden bahsediyorlar; bunu halkla da paylaştıkları oluyor. Ama yine bir sorun var; risklerle korkutup Cemal Saydam'ın yaptığı gibi, bir de üzerine "bunu unutun!" gibi bir tavrı benimsemek. (Zaten planlar yapılırken, kararlar verilirken kimsenin haberi olmuyor ki.)

Bunun gibi bir tavır temel sorunu üretiyor: Teslimiyetçilik. Projenin risklerini anlatırken zaten sanki artık hiçbir çıkış yolu yokmuş gibi karamsar bir tablo çizilmesi söz konusu. Bu iktidarın toplum üzerindeki gölgesini büyüten, çaresizce kabullenme yaratan bir şey. İnsanların, halkın bilincinde, diyelim olası bir direnişle ilgili en baştan kırılma yaratan bir durum.  Böylece daha baştan muhalefet iktidar alanına sıkıştırılıyor, izole ediliyor. İktidar alanında, yukarıdan bakışla,  bizim dışımızda bir nesne olarak bir doğanın bulunduğunu varsayıyorlar. Evet, insan imgeleminin dışında bir doğa var. Ama onu biz gene kendi imgelemimiz dolayımıyla algılıyoruz. Bu nedenle dışımızdaki doğa, şehir, araştırma konusu neyse deneyimle bilgi arasındaki gidiş gelişlerle, eylemlerle imal edilir. Onun (gerçek olarak bir varlığı olsa bile) zihinsel varlığından başka bir varlığı yoktur. Bu nedenle "bilimsel olarak yanlış" gibi bir söz daha baştan bir eylemsizlik getiriyor. Neoliberal denen devlet işleyişi gücünü kamusal nitelik üretmeyen, siyasal alanı adeta bir uyuşturucu gibi felç eden bürokratik kamu fikrinden alıyor. İktidara bağımlı olarak kendi ayrıcalıklarını temsil eden bir toplumsal tabakaya dönüşen bilim sınıfı, bir "üst-dil" olarak bilimden söz ediyorlar. Ancak bilgi imtiyazlı ilişkiler içinde dolaşımdan kaldırıldığı için popülist siyasetçiler onları bir "ruhban sınıfı" gibi algılıyor.  Örneğin bir Büyükşehir şirketi, Bimtaş adı verilen imtiyazcı bir yapı içinde, 500 adet uzmanın bir araya getirilerek bir büyük üniversite kuracak kadar bir bütçeyle (70 Trilyon!) bir planın hazırlanmış olması, bu planda bu projelerin yer almaması, olmaması bir şehircilik politikasının olması anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu konuda bir siyaset yokluğu anlamına geliyor. Bilginin kutsallığına kimse inanmıyor ve bu da otoriter popülizmi sınırlandıracağına güçlendiriyor. 

Bilgi iktidarın alanında, sistemin kendini sürekli yeniden üretmesini sağlamaya devam ediyor. Giddens'ın söylediği gibi "düşünümsellik için kamusallık, bilginin iktidar alanından çıkarılması" gerek.

İstanbul Boğazı’nın hidrolik işleyişi üzerine araştırmalar yapan üniversitelerin bu tür projelerde görev aldıkları biliniyor.  Ancak bir de şehrin ve  doğanın nesneleştirilmesi meselesi var; ki bu uzman kültürünün, pozitif bilimlere dayanarak konuşmanın doğal bir getirisi. Mesele sahiden doğanın bilinip bilinemeyeceği değil; nitekim risk hesaplamaları zaten doğanın ne kadar nesneleştirilmiş bir şey olduğunu bize göstermiyor mu?

Şehrin atık suları arındırılmıyor

İstanbul’un atıksularını arıtmak için Boğaz’da bir araştırma yapılmıştı. Nükleer işaretleyiciler kullanılan ve uydu gözlemleriyle gerçekleşen bu araştırmada atıksuların dip akıntıya verilmesi ile sorunun çözüleceği söylenmişti. Buna karşılık o güne kadar atıksu arıtımı için Dünya Bankası kredileri kullanan Büyükşehir’in bu konudaki programı değişmiş miydi? Atıksu arıtımı çok masraflı bir iş. Elde edilen kurutulmuş zehirli atıkların depolanması da ayrı bir sorun. Peki on milyar dolardan fazla bütçe ayrılan iş nasıl sonuçlandı, politika nasıl oluştu, biliyor muyuz? İstanbul’un atıksularınınkimi bilim insanlarına göre yüzde yetmişi, kimilerine göre yüzde doksanı arıtılmıyor.

Herkes böyle bir projenin yaratacağı ekolojik vs. risklerden söz ediyor. Zaten bu tür bilgilerin kamuoyuna sunulması gerekir ki olan bitenden haberimiz olsun. Buraya kadar bir sorun yok. Örneğin Ömer Madra yıllardır iklim değişikliğiyle ilgili gelişmeleri/çalışmaları izliyor, yayınlar yapıyor. Bunları paylaşmak, bilgilenmek açısından çok yararlı. Eylem için zemin hazırlayacak türde bilgiler bunlar. Ancak Ömer Madra'nın yaptığı çok farklı; "unutun" demek bir yana, sürekli hatırlatıyor. İster iyi niyetli, isterse de hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan kişilerce yapılmış olsun bu tür bilgi paylaşımlarında ve uyarılarda, eylemselliği bastırabilecek nitelikte bir korku kültürü de yaratıldığını, bununla olacaklar karşısındaki çaresizliğin ön plana çıktığını düşünüyorum. Gezi sonrası atmosfer gibi. Galiba iyi niyetli girişimlerin esas eksiği eyleme zemin hazırlayacak bu bilgileri paylaşırken bir kamusal alan yaratmadaki yetersizlik. Bilgi iktidar alanından çıkmamış oluyor. Görünüşte insanın müdahalesiyle bozulan bir "doğal denge" var. Uzmanlar bu denge bozulmasın diye çalışıyorlar. Bildiğimizin dışında bir doğa var mıdır? Bilip, bilmemek meselesi değil sorun. Nesneleştirici, kendisini merkeze koyan bakış, kendisini görünmez kılar. Hiçbir zaman kendisinin sorgulanmasına izin vermez. Bu durumda bilgi, tepkinin takıntılı libidinal ekonomisinden kurtulamıyor: Bu ekonominin içinde imtiyaz sahipleri durumdan hoşnutlar çünkü zaman hep onların haklı olduğunu ortaya çıkarıyor. Haklı olduklarını görmek için “gerçekliğe çarpmak”, yani yıkım gerekiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmemiz gerekli. Acaba söylemimizin “gerçekliğe çarptığı nokta”da değil, bunu başka bir yöntemle yapmamız mümkün olamaz mı? Tahribat, felaket anlarında (deprem, çevre felaketi, yıkım…) gerçekliğe dokunuyoruz. Peki başka bir dokunma yöntemimiz olamaz mı?

Korhan Gümüş

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol