Geçen yılın Kasım ayında herkes Libya’da görüntülenen “köle pazarları” haberleri ile irkilmişti. Bir kısmımızın çocukluk ya da gençliğine rastlayan dizi ya da filmlerin sahneleri gözlerimizin önündeydi. İnsanlar fizikî özeliklerinin ‘işe yararlılığı’ anlatılarak fiyatlandırılıyor ve açık arttırma sonrası sahibine teslim ediliyor. Görüntüler sonrası birçok ülkeden, BM’den ve AB’den açıklamalar geldi. İnsanlık tarihinde yeri yoktu ve bu utanç kabul edilemezdi. Peki, bu utanç kimindi?
BM’de köleliğin yasaklanması ABD’deki büyük mücadelelerden ancak 64 yıl sonra sağlanabildi yani daha 100 yıl bile olmadı. Bu tarihler bize yakın geliyorsa belki son birkaç yılda kimisi açıkça kimisi başka isimler altında yapılan yeni anlaşmalara bakabiliriz. İtalya – Libya, İsrail - Ruanda, Türkiye – Almanya, Yunanistan – AB sayabileceklerimizden birkaç tanesi. Afrika, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’dan kaçan milyonlarca insan bu anlaşmalar kapsamında çeşitli şehirlerde kamp ve cezaevlerinde esir olarak tutuluyor.
Avrupa ve Amerika’nın neredeyse tüm zenginliği ve bugün konuşulan liderlikleri bu halkların emeklerinin ve yaşamlarının sömürülmesi, topraklarının işgali ve tarihlerinin yok edilmesinden doğdu. “İyi ilişkiler” ve “işbirliğinin arttırılması” adları altında yapılan anlaşmaların kimilerinde insan başına, kimilerinde yüzdeler üzerinden rakamlar, pahalar belirleniyor. Elbette bu rakamları belirleyen bir sistem, bir hesap var.Bu, milyonlarca insanı evinden yollara döken sistemin aynısı. Savaş ve büyüme politikaları ile hem kendi hem de kilometrelerce ötede yaşayan halkların yaşama ve karar verme haklarını yok sayan liderliklerin, kendi yarattıkları çukurdan yine en aşağıdakilerin sırtına binerek siyasi ve ekonomik krizlerinden çıkma çabasının sonuçlarıdır.
2008’den bu yana dönemsel olarak iyileşme gösterir gibi gözüken ancak gittikçe derileşerek liderlikleri çaresiz bırakan ekonomik krize; Ortadoğu, Rusya, Kore ve Çin ile olan siyasi gerginlikler, savaş ve savaş sonrası mülteci krizine de bağlı siyasi kriz eklendi. Var olan hükümetler sağcı politikalara yönelmeyi tercih ederken, birçok ülkedeki son seçim sonuçları sağa bir eğilim olduğunu gösterdi. Bu ekonomik ve siyasi istikrarsızlık içinde liderlikler krizlerinin daha da derinleşmemesi ve kontrolünü de sağlamak adına yukarıda bahsettiğimiz anlaşmalar kapsamında paralar aktarmaya, anlaşmaları genişletmeye devam ediyor. Ancak Türkiye ve Yunanistan örneklerinde gördüğümüz gibi bu kriz onların yönetebilecekleri bir kriz olmaktan artık çok uzak.
Kapitalizm açısından her daim kullanışlı olan ırkçılık ideolojisi de çatırdamaya başladı. Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın her iddiayı milli – yerli söylemi ile geçiştirme çabası, Trump’ın her fırsatta Güçlü Amerika’sı ve Merkel’in Lider Almanya söylemlerinin karşılık bulmaması, onları içinde bulundukları krizlerden kurtaramıyor oluşu en büyük gösterge.
Kapitalizmin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı derinleşirken bize yol gösteren yine mücadelenin kendisi. Tüm bu korkunç manzaralara karşı halklar iktidarların ikiyüzlü politikalarına değil birbirlerinin deneyimlerine bakarak tutum alıyor. Mülteciler kölelik koşullarına karşı işyerlerinde birlikte örgütlenmeye çalışıyor, ırkçılığa ve mülteci politikalarına karşı kendi örgütlülüklerini yaratıyor ve bu örgütlülükleri var olan mücadeleler ile birleştiriyor, yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları yerlerde kendi özel koşullarının dışında daha geniş talepler ile örgütleniyor, mücadele ediyor. Irkçılık gibi kapitalizmin bizi bölmek için kullandığı hiçbir ideolojisi yenilmez bizim için yenilmez değildir. Kapitalizmin krizinden çıkmak için bizim ihtiyacımız olan başka bir seçenek, başka bir dünya için birleşik bir mücadele.
Ayşe Demirbilek