Son iki yılın kadın eylemliliği, üzerine düşünülmesi gereken soruları da beraberinde getiriyor.
10 Ekim katliamından 4 ay sonra 8 Mart’taki kitleselliğiyle kadınlar, sokaktaki tedirginlik havasının kırılmasında önemli bir rol oynamış, OHAL’de gündeme getirilen ‘istismar yasası’na karşı bir dizi kentte sokağa çıkarak yasayı geri püskürtmüş, 25 Kasım’da Kadına Şiddete Karşı yine OHAL’e rağmen Taksim’deki yürüyüş yasağını kitlesiyle aşmış ve son olarak da bu yıl 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde 40 bin kişilik gücüyle son dönemin Taksim’deki en kalabalık eylemlerinden birini gerçekleştirmiş durumda. Kadın hareketi OHAL’e rağmen sokağa çıkmakla kalmayan, kazanım elde edebilen, saldırıları püskürtebilen güçte ve toplumsal meşruiyette.
Türkiye’nin batısında başka hiçbir hareket, örgütlülük, toplumsal güç böylesi bir eylemliliği neden gerçekleştiremiyor? Kuşkusuz bunda birçok faktör etkilidir. Giderek yoğunlaşan otoriter, sağ söylemin toplumun tepesinden gündelik hayata dek yansımasının kadınlar açısından anlamı, OHAL fırsatçılığıyla tırpanlanan haklar, küresel kadın hareketinin son dönemde kazandığı ivme Türkiye’deki kadınların öfkesini biriktiren ve sokağa çıkmasında belirleyici olan önemli etkenler olarak sıralanabilir.
Türkiye siyasetinde iktidar ve muhalefet eliyle sürekli derinleştirilen suni kutuplaşma, genellikle kadınlar üzerine bir söylemle inşa ediliyor. Feminist Gece Yürüyüşü’nün yıllardır çağrıcılığını yapan, istismar yasasına karşı eylemlerin çekirdek gücü olan Acil Önlem Grubu gibi feminist çevrelerin, bu kutuplaşmayı benimsemeyen, iktidar ve ana muhalefetin bizi sürekli farklı “mahallelere” sıkıştırmaya çalışmasının karşısında, mahalle sınırlarını yok saydığını söyleyebileceğimiz politik duruşu da yürüyüşlerin birleştiriciliğinde etkili.
Küresel hareket yeni bir dalga mı?
Polonya, İzlanda, Arjantin, ABD, İrlanda son yıllarda kitlesel kadın eylemlerinin gerçekleştiği ülkelerden sadece birkaçı. Üstelik bu eylemlerin ana talepleri, hâlâ ‘bunu’ protesto ettiğime inanamıyorum diyebileceğimiz türden. 50 yıl önceki ikinci dalga kadın hareketinde öne çıkan eşit işe eşit ücret veya kürtaj hakkı gibi talepler, bugün yeniden küresel hareketin esas gündemi haline gelmiş durumda. Polonya’da 2016 Ekim’inde 60 şehirde milyonlarca kadın greve çıkarak, kürtajın tamamen yasaklanmasına dair yasa tasarısını geri çektirtti. Aynı günlerde İzlanda’da kadınlar ‘eşit işe eşit ücret’ talebiyle greve çıktı. İzlanda hükümeti, eşit işe eşit ücreti zorunlu kılan yasa tasarısını parlamentoya getirmek zorunda kaldı. Dünyanın baş belası Trump’ın ABD Başkanı olarak karşılaştığı ilk protestoyu sokağa çıkan milyonlarca kadın gerçekleştirdi. Bu seneki 8 Mart’ta uzun yılların ardından belki de ilk defa bu kadar küresel çapta, kadınların kitlesel olarak sokağa çıktığını gördük.
Bu hareketliliğin ‘4. dalga’ olup olmadığını söylemek belki aceleci bir yorum olur. Ancak son yıllarda gördüğümüz kadın hareketinin, dünyadaki istikrarsızlığın derinleştiği, emperyalist bloklar arasındaki hegemonya mücadelesinin sertleştiği, AB’nin krizinin onu dağılma aşamasına getirdiği, tüm bu belirsizlik ortamında sağ popülist söylemin her yerde yükseldiği ve otoriter politikaların yaygınlaştığı siyasi durumla doğrudan ilgili olduğunu pekala söyleyebiliriz. Otoriter sağ politika her yerde ilk olarak kadınların kazanılmış haklarına saldırıyor.
Türkiye’deki kadınlar da kuşkusuz bu küresel durumun bir parçası. Başka ülkelerde kadınlar sokağa çıktı diye kimse sokaklara dökülmüyor elbette, ama küresel manzaranın güçlü hissettirdiğini ve ivme kazandırdığını söylemek mümkün.
Türkiye’deki kadınlar
Türkiyedeki güncel durum için birkaç temel başlığı sıralayabiliriz. Birincisi, 2000’li yılların başında kadınların mücadelesiyle medeni kanunda yapılan olumlu değişikliklerin geriye döndürülmesi veya kürtaj hakkının fiilen gasp edilmesi gibi mevcut kazanımları kaybetme endişesi. İkincisi, İstismar yasası gibi yeni saldırıların denenmesi. OHAL bahane edilerek kadınların şiddet başvurularının ciddiye alınmaması. Son olarak iktidardaki yerli-milli koalisyonun nefret dilinin kadınların hayatına ‘otobüsteki tekme’ olarak aynen yansıması.
15 senede kadınların hayatında birçok şey değişti. İşçi sınıfından kitlesel destek alan AKP, yoksul mahallelerdeki kadınları kendi politikaları etrafında mobilize ederek siyasi aktör kılmayı ‘başardı’. Bunu yaparken 28 Şubat ve sonrasındaki kadın mücadelesini silikleştirdi ve sosyal politikaları temel haklar olarak değil hükümetin varlığına tabî lütuflar olarak hayata geçirdi.
AKP döneminde aynı zamanda devletin üstlenmesi gereken uygulamalar, kamusal haklar ‘özel alanlara’ havale edilerek neoliberal ekonomik politikalar yaygınlaştırıldı. ‘3 çocuk’ politikasının görünen muhafazakar yüzünün ardında da sermaye sınıfının iş gücü talebi yatıyor. Kayıt dışı istihdamın, part-time, esnek ve güvencesiz çalışmanın ilk muhatabı kadınlar oldu. Kadınların iş gücüne katılımı erkeklerden düşük olsa da bu yıllarda artış gösterdi. Ancak TÜİK’in son raporlarına göre ekonomideki büyüme rekorları kırma döneminin sona erişiyle kadınların işgücüne katılımı da değişti.
AKP dönemindeki ekonomi politikaların kadınların hayatlarında yarattığı değişimler önüne geçilemez bir döngü yaratmış durumda. İşgücüne katılım, boşanma ve kadın cinayetlerindeki eş zamanlı artış, kadınların gündelik hayatta kat etmek zorunda bırakıldığı yolu ve karşı karşıya olduğumuz toplumsal durumu görmek için çok çarpıcı bir veri sunuyor.
Hükümetin kadınları hem işe hem eve çekiştiren politikaları aynı zamanda kendisini, ‘değerler mi ekonomik kalkınma mı’, ‘yeni işçilerin üretimi mi kadınların istihdamı mı’ gibi seçeneklerin arasına sıkıştırıyor. Muhafazakar sağ siyasetle ekonomik politikalar arasındaki kıskaç, en iyi şekilde Ekonomi Bakanı’nın büyükanne parası hakkındaki sözlerinde ifade edildi: “Babanneye torununa baktığı için para vermek doğruma gelmiyor. Ama anneleri iş hayatına kattığı için de pozitif bir uygulama.”
Kadın hareketinin saldırılara direnme ve yeni kazanımlar elde etme potansiyeli, bu çelişkileri açığa çıkaran bir siyasetle artabilir. Bunun yolu bazı ‘solcu erkeklerin’ feministleri sosyalist olmaya ‘davet eden’ aklıevvelliğinden değil, solun kendisinin bu hareketten öğrenmesinden, kadın meselesinin ‘başıklardan biri’ değil giderek daha merkezi bir küresel mücadele olduğunun fark edilmesinden, antikapitalist hareketin kendisini kadın mücadelesinin öznesi olarak görmesinden geçiyor.
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi)